Aktarım Aşkı Üzerine

Freud, 1915 tarihli « Aktarım Aşkı Üzerine Gözlemler » metninin daha en başında, analitik çerçevede üzerinde durulması gereken kritik bir kavrama dikkat çeker: “ciddiyet”. Bu vurgu elbette tesadüfi değildir. Freud’un aktarım aşkını bu kavramla ilişkilendirmesi, aktarımın ve aşkın psikanalitik süreçte ne denli titizlikle ele alınması gerektiğini ortaya koyarken, bizi şu soruyla da karşı karşıya bırakır: Freud açısından ciddiye alınması gereken şey aktarım mıdır, yoksa aşk mı? Yanıt açıktır: Her ikisi de.

Tam da bu nedenle, bu yazıya “ciddiyet” kavramıyla başlamayı uygun gördüm. Çünkü aktarım aşkı yalnızca analitik sürecin içinde ortaya çıkan bir fenomen değil, psikanalizin yapısal işleyişine içkin bir meseledir. Freud’un da belirttiği gibi, bu konunun ele alınması kaçınılmazdır ve onu görmezden gelmek mümkün değildir. Öyleyse, aktarım aşkı nasıl işler? Psikanalitik süreçte nasıl bir işlev görür ve öznenin arzusuyla nasıl bir bağ kurar?

Bu sorulara yanıt ararken, Lacan’ın aktarım meselesine dair temel vurgularından birine dönmek yerinde olacaktır. Lacan, Aktarım seminerinin başında, Platon’un Şölen’ine referansla “Başlangıçta aşk vardı.” ifadesini kullanır. Burada mesele, aşkın yalnızca analiz pratiğinde ortaya çıkan bir olgu değil, bizzat psikanalizin temelini oluşturan bir dinamik olduğudur. Çünkü psikanalizin başlangıcında aşk yer alır; aktarımın psikanalitik pratikteki merkezi rolü ise tam da bu temel sorunun etrafında şekillenir.

Bu bağlamda, çağdaş psikoterapinin kökenlerinin bir aşk hikayesine dayanması şaşırtıcı değildir. Viyanalı tanınmış bir doktordan genç bir kadının tedavisi istenir: Bu doktor Joseph Breuer’dir ve hasta, psikanaliz tarihinde “Anna O.” olarak bilinen Bertha Pappenheim’dan başkası değildir. Bu vakaya kısaca göz attığımızda, Breuer’in, Anna O.’nun tedavisini üstlendiğini görürüz. Ancak süreç ilerledikçe, görüşmeler giderek daha sıklaşır, daha yoğun hale gelir; Ne Anna O. ne de Breuer, bu ilişkinin etkisinden kaçınabilir hale gelirler. Hastanın semptomlarında belirgin bir iyileşme gözlemlense de, Breuer sürecin ahlaki bir açmaz oluşturduğunu düşünerek tedaviyi sonlandırma kararı alır.

Ertesi sabah, Breuer, Anna O.’ya artık görüşmelere devam edemeyeceğini açıklar. Ancak aynı gün akşamında, hastasının ailesi tarafından acil bir şekilde eve çağrılır. Anna O., histerik bir “doğum” yapmak üzere olduğuna inanır ve karnındaki çocuğun Breuer’e ait olduğu fantazisini dile getirir. Bu yoğun aktarım aşkı ve bilinçdışı fantaziler karşısında afallayan Breuer, tedaviye devam etmeyi reddeder ve hastayı Bellevue Sanatoryumu’na yönlendirir. Bunu takiben, kaçmak istercesine—ki bu ifadeyi kullanmak yanlış olmaz—karısıyla birlikte ikinci balayı için Venedik’e doğru yola çıkar.

Görüldüğü üzere, bu vaka, psikanalizin başlangıcında aktarımın yapısal rolünü açıkça gözler önüne serer. Anna O.’nun “konuşma tedavisi” olarak adlandırdığı süreç, Freud’un dikkatini çeker ve aktarım kavramının şekillenmesinde belirleyici bir etkide bulunur.  Buradan hareketle, Freud, Histeri Üzerine Çalışmalar’da aktarım olgusunu ilk kez ele alır. Bu eserde, hastanın rahatsız edici düşüncelerini hekim figürüne yönlendirdiğini ve bunun bir sahte bir bağlantı (false connection)[1] yoluyla gerçekleştiğini gözlemler. Ancak, aktarımın tedavi sürecindeki belirleyici işlevini asıl olarak Dora vakasında[2] fark eder ve şu itirafta bulunur: “Aktarım beni afallattı…” Kendisine aktarımı “öğretmiş” sayılabilecek bu histeri vakası, aynı zamanda aktarımın “konuşma tedavisinin” temel yapı taşlarından biri haline gelmesine de zemin hazırlayacaktır.

Aktarımı, kişinin analistine yönelttiği, erken nesne ilişkilerinden kaynaklanan ve analitik ortamın yineleme zorunluluğu etkisiyle yeniden canlanan bilinçdışı duyguların bütünü olarak tanımlamak mümkündür. Kişinin çocukluk döneminden gelen dürtüsel arzularına dayanan ruhsal çatışmalar, yalnızca yetişkinlikte kurduğu ilişkilerde değil, analist ile ilişkisinde de belirgin hale gelir. Freud’a göre, aktarım aşkı ile sıradan aşk arasında temel bir psikolojik fark yoktur; her ikisi de bilinçdışı dinamikler tarafından şekillenir. Ancak, analitik süreci diğer ilişkilerden ayıran şey, aktarımın analiz sahnesindeki işlevi ve analistin bu süreci nasıl ele aldığıdır.

Bu noktada Jacques-Alain Miller, aktarıma dair şu değerlendirmeyi yapar:  “Çok şey var, çünkü kökeninde aşkın yattığı bir deneyimdir psikanaliz. Analizanın psikanaliste taşıdığı kendiliğinden ve çoğunlukla bilinçdışı olan aşkla ilgili bir durumdur ve buna aktarım (transference) adı verilir. Sahte bir aşktır bu ama gerçek aşkla aynı kumaştan yapılmıştır. Aşkın tertiplenişine ışık tutan şeydir aktarım: Aşk ise sizin en içteki gerçekliğinizi bildiğini sandığınız kişiye hitap eder.[3]

Lakin, hastanın sergilediği aşk, analistin şahsına değil, onun oynadığı role ve temsil ettiği şeye yöneliktir. Dinleyen, anlam yüklenen ve bilinçdışının bildiğini varsaydığımız Öteki figürüdür. Freud, hastalarının dünyasını, doktorun yaptıklarından veya söylediklerinden bağımsız olarak altüst eden bu hislerin, analitik çerçeve içinde tutulduğunda terapötik sürecin itici gücüne dönüşebileceğini keşfeder. Böylece aktarım, yalnızca analizin bir sonucu değil, bizzat onun motoru haline gelir.

Bu bağlamda, bugünkü sunumda aktarımı analitik pratiğin temel kaldıracı olarak ele alarak, aşkın bu başlangıç sorusuyla nasıl kesiştiğini tartışmayı amaçlıyorum. Julia Kristeva, psikanalist olmanın, her hikâyenin özünde aşktan söz ettiğini bilmek olduğunu söyler. Öyleyse, aşkın psikanalizin temel meseleleri olan arzu ve eksiklikle kurduğu yapısal bağı kavramak da, aktarım aşkının işleyişini çözümleyebilmek için kaçınılmaz bir adımdır.

Psikanalitik çalışmada, aşk hayatındaki karmaşaların sıklıkla bir analiz talebinin nedeni olduğunu gözlemleriz. Sevmekte, sevilmeye izin vermekte, arzulanan kişiyi sevmekte ya da sevilen kişiyi arzulamakta yaşanan zorluklar; bağlanmak, ayrılmak, yalnızlığı deneyimlemek ya da bir ayrılığın ardından hayatta kalmak gibi meseleler, analiz seanslarında tekrar tekrar karşımıza çıkar. Ancak, klinisyen için aşk ilişkilerindeki başarısızlık üzerine yazmak oldukça karmaşık bir girişimdir. Çünkü insan yaşamının akışı içinde mutlu bir aşkın ne anlama geldiğini tam olarak bilmek kolay değildir.

Psikanalist, aşk hayatının tezahürleriyle karşılaştığında, aşk halinin eksiklik, ıstırap ve acı duygularını; yanılsama, karmaşa, hatta halüsinasyon veya somatik bir acı olarak kendini gösteren deneyimlerini “normal” bileşenler olarak barındırdığını göz önünde bulundurur. Bu bağlamda, Laplanche ve Pontalis’in Psikanaliz Sözlüğü’nde “aşk” başlığının yer almaması dikkat çekicidir. Bunun yerine, teknik terimler olan “nesne,” “nesne ilişkisi” ve “nesne seçimi” ya da Eros kavramları tercih edilir.

Bununla birlikte, aşk ve aşk bağları söz konusu olduğunda, psikanalist genellikle en ön safta yer alır. Özellikle de aktarım aşkı nedeniyle analist, hastanın bilinçdışı tarafından uzun süre inşa edilmiş, yoğun ve karmaşık duyguların muhatabı olur. Bu duygular, hem çılgınca bir aşk hem de derin bir nefret barındırabilir. Psikanalistin görevi, bu yoğun duyguları karşılamak, analiz etmek ve dayanabilmektir. Hem yaşamda hem de analizde aşk, özne için muazzam bir kaldıraca dönüşebileceği gibi, inatçı bir direnç formunu da alabilir. Bu çift yönlülük, aşkın öznenin psişik yapısındaki karmaşık ve çelişkili doğasını açıkça gözler önüne serer.

Freud, Aktarım Aşkı Üzerine Gözlemler başlıklı metninde şu temel soruyu sorar: “Analitik tedavide vuku bulan aşkın gerçek bir aşk olmadığını söylemeye hakkımız bulunmakta mıdır?’’ ve şöyle devam eder: “Analitik tedavi süresince ortaya çıkan âşık olma hâlinin ‘sahiliğine’ karşı çıkmaya hakkımız yoktur. Şayet söz konusu aşk normallikten yoksun gözüküyorsa, bu durum aşkın gündelik yaşamda, analizin dışında da normal zihinsel görüngülerden çok anormal olanlara benzemesi ile pekâlâ açıklanabilir.”

Freud burada, analitik süreçte ortaya çıkan aşkın, sıradan aşk ilişkilerinden niteliksel olarak farklı olmadığını vurgular. Onu farklı kılan, analitik sahnede ve aktarım dinamikleri içinde şekillenmesidir. Dolayısıyla, esas üzerinde durulması gereken soru, aktarım aşkının hangi koşullar altında ortaya çıktığı ve analitik sürecin bu aşkı nasıl ele aldığıdır. Analist, aktarım aşkını ne reddetmeli ne de ona teslim olmalıdır; aksine, onu çalışılabilir kılmalıdır. Ancak bunu yaparken, analizanın deneyimini ciddiye alarak dürüst bir tutum sergilemelidir. Bu dürüstlük, analizanın analiste gerçekten âşık olduğuna inanmasına alan açmayı gerektirir. Zira, Freud’un metnin ilerleyen kısımlarında da vurguladığı gibi, psikanalitik tedavi doğruluk ilkesi üzerine inşa edilir.

Bu noktaya ilerleyen bölümlerde yeniden döneceğiz, ancak şimdilik şu soruyu soralım: Psikanalizde aktarım aşkının çözülmesi, öznenin başka türlü sevebilmesine imkân tanıyan bir süreç olarak düşünülebilir mi? Psikanaliz, aktarım aşkının nasıl bir “aşk hali” sunduğunu ve analizin nasıl bir “kral yolu” açtığını bizlere gösterir. Bu süreç, çoğu zaman analizin dönüştürücü etkilerinden biri olarak da ortaya çıkar. Örneğin, aşk ilişkilerinde tekrar eden hayal kırıklıkları yaşayan ya da yalnızlık içinde sıkışıp kalan bir özne, analitik süreç boyunca aktarımın etkilerini deneyimleyerek, arzusu ve bağlanma biçimi üzerine yeni bir kavrayış geliştirebilir.

Çünkü analiz, bilinçdışında sabitlenmiş aşk senaryolarını çözümleyerek öznenin aşkı başka bir biçimde deneyimlemesine imkân tanır. Colette Soler, analizanın analizde yeni bir aşk (un nouvel amour) bulduğunu belirtir. Bruce Fink ise, Lacan’da Aşk adlı kitabında bu noktayı şöyle açıklar: “Analist, bir süreliğine doğru insan görevi görmelidir ki, analizan önceki partnerlerinde yaptıklarını tekrar edip durmayı bırakabilsin. Aktarım aşkı, bu tekrarı kırmaya yarar ve yeni bir şeyi mümkün kılar.

Psikanaliz, aşk bağlarıyla ilgilenirken, aşkın her zaman tatlı bir deneyim olmadığını da ortaya koyar. Aşk, bazen son derece şiddetli, sarsıcı ve yıkıcı bir hal alabilir. İngilizcede “fall in love,” Fransızcada ise “tomber amoureux” ifadelerini kullanırız; Türkçeye çevirdiğimizde, “aşka düşmek.” Bu ifadede, benlik düşüşüne (chute du Moi) dair önemli bir ima vardır. Aşık olmak, kişinin kendinden bir şeyler kaybetmesi, bir tür bölünme veya eksiklikle yüzleşmesi anlamına gelebilir. Aynı zamanda, bu kaybın ardından bir ayrılığın yıkıcı etkisini de beraberinde getirebilir.

Aşkın klinikleriyle ilgilendiğimizde, yıldırım aşkının bu tür kliniklerin şiddet ve acı boyutlarını nasıl hatırlattığını da fark ederiz. İngilizcede love at first sight (ilk görüşte aşk) olarak ifade edilen bu olgu, Türkçede “yıldırım aşkı” terimiyle karşılanır; fırtınayı, gök gürültüsünü ve şimşeğin ani parıltısını çağrıştırır. Stendhal’ın dediği gibi, şimşek asla durgun bir gökyüzünü delip geçmez; çarptığı noktada bir yangını başlatır ve yoluna çıkan her şeyi -aklı ve şüpheyi dahi- süpürebilir. Yıldırım aşkı olgusu, tutkunun, idealizasyonun ve beklemeyi bilmeyen manik bir arzunun hâkimiyetiyle tanımlanır. Bu noktada, psişik gerçekliğin yanılsamalarla nasıl iç içe geçtiği de açıkça görülür.

Bu noktada, aşkın farklı boyutlarını daha derinlemesine anlamaya çalışırken Freud’a dönmek önemlidir. Freud, Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları adlı eserinde, insanların mutluluğa ulaşma yöntemleri üzerine düşünür ve aşkın içinde her zaman şiddetli bir nefret unsurunun gizli olduğunu öne sürer. Bu bağlamda Freud, şu çarpıcı cümleyi yazar: “Saldırganlık, insanları birleştiren tüm sevgi ve şefkat duygularının dibine çöken tortuyu oluşturur.[4] Lacan, Freud’un bu fikrini bir adım ileri götürerek, aşkın bu çatışmalı doğasını vurgulamak için bir neologizm üretir: “hainamoration” (nefret-aşk). Lacan, “enamoration” (aşık olma) yerine bu terimi kullanarak, aşkın özündeki radikal ambivalansı kavramsallaştırır. Bu düşünceyi daha da derinleştiren Lacan, 1954 tarihli seminerinde şu provokatif ifadeyi dile getirir: “Hepimiz kabul ederiz ki aşk bir tür intihardır.[5]  Bu ifade, aşkın yalnızca idealleştirici ve yücelten bir deneyim olmadığını, aynı zamanda özneyi eksiklikle ve yok olma riskiyle yüz yüze getiren bir süreç olduğunu gösterir.

Bu bağlamda, aşk, büyüleyici, hayranlık uyandırıcı ve hatta büyülü bir deneyim olarak tanımlansa da, bu hislerin nasıl olup da benlik için bir tür intiharla ilişkilendirilebileceği sorusu ortaya çıkar. Lacan’ın bu yorumunu anlamak için, aşkın başlangıç aşamalarına dair hastaların ifadeleri aydınlatıcı olabilir. Örneğin, bazı hastaların söylemlerinde şu ifadeleri duymak mümkündür: “Sevgilimle o kadar mutluyduk, öyle bir huzur içindeydik ki bir an düşündüm, şu an burada ölebilirim” Bu ifadeler, aşkın en yoğun, neredeyse tamamlanmış hissettiren anlarında, öznenin adeta bir “nirvana haliyle” flört ettiğini gösterir. Her şey sıfır noktasına doğru çekilir; özne, dolup taşmış ve tamamlanmış hissederek, bu mutluluğun tam ortasında ölebileceğini düşünür.

Lacan’ın aşkı bir tür intihar olarak tanımlamasının nedenlerini açıklamaya devam etmek önemlidir: çünkü aşk, aşığa içinde yeni bir kişilik keşfetme imkânı da sunar. Aşık olduğunuzda, sizi aşan, sizden daha güçlü bir şey tarafından ele geçirilir, adeta kaçırılır ve büyülenirsiniz. Bu deneyim, neredeyse kendi benliğinizden mahrum kalmanıza yol açar. İşte bu nedenle Platon’un Şölen eserinde Aristophanes’in ağzından aktardığı “diğer yarısını bulma” miti burada anlam kazanır. Aşık olmak, bir tür kopuş yaratır; aşık olduğunuzda, eski hayatınızdan, eski dünyanızdan bir şeyle bağınızı koparırsınız. Aynı zamanda, ilk nesnelerle kurduğunuz bağları da yeniden yapılandırırsınız.

Sadece ötekini düşünmek, kendinizi unutmanıza olanak tanır. Bu ya bir nesnenin idealine hizmet etmek için ya da kendinizden sıyrılmak, kendinizden çıkmak içindir. Bu durum, pek çok uyuşturucunun temel işlevine benzer: İnsanlar uyuşturucu madde aldıklarında genellikle kendilerini unutmak, kimliklerinden, rollerinden ve işlevlerinden sıyrılmak isterler. Aşk da benzer bir şekilde, kişiyi kendinden uzaklaştıran, kendine yabancılaştıran bir deneyimdir.

Lacan’ın “Aşık olmak, sizde bulunmayanı vermektir” ifadesi, aşkın doğasındaki yabancılaşmayı anlamamıza ışık tutar. Aşık olmak, eksikliğinizi fark edip onu Öteki’ne vermek, eksik olanı Öteki’nde konumlandırmaktır. Bu nedenle, aşk, sahip olduklarınızı vermek değil, sizde olmayanı, sizi aşan bir şeyi vermektir. Lacan’ın bu tanımı, aşkı öznenin kendi eksikliğiyle kurduğu ilişkiye bağlar. Bunu yapabilmek için, eksik olduğunuzu, yani Freud’un ifadesiyle “iğdiş” olduğunuzu varsaymanız gerekir. Aşk, eksik olduğumuzu kabul etme cesaretini ve bu eksikliği Öteki’ne sunma edimini içerir. Bu da gösterir ki, aşkın temelinde eksiklik ve arzu vardır. Lacan’a göre, bu eksiklik yalnızca aşkın değil, öznenin varoluşsal konumunun da belirleyicisidir.

Tam da bu noktada psikanalizin aşkı nasıl ele aldığı belirginleşir. Psikanaliz, aşkın içerdiği bu temel gerilim üzerinden işler; tıpkı aşk gibi, o da özneyi kendi eksikliğiyle karşı karşıya getirir. Freud, aktarımın analiz sürecinde kaçınılmaz olarak ortaya çıktığını ve hem iyileştirici güce hem de güçlü bir dirence sahip olduğunu söyler. Bunun sebebi, aktarımın çift yönlü yapısıdır: İçinde hem aşk hem de düşmanlık bir arada bulunur. Lacan, bu noktada hainamoration kavramını geliştirerek aşk ve nefretin yanı sıra, benliğin üçüncü bir tutkusunu, cehaleti (l’ignorance) de bu yapıya dahil eder.

Psikanalitik süreç işte bu gerilimli üçgenin (aşk-nefret-cehalet) içinde gelişir. Öznenin kendi iç dünyasıyla yüzleşmesini ve gerçeğin yarattığı ıstıraplı kedere alan açmasını sağlayan şey, psikanalitik pratiktir. Lacan, 1. Seminer’de, analiz sürecinin özneyi bir hakikat arayışına soktuğunu, ancak bu hakikatin bilinçli bir bilgiye değil, öznenin kendi cehaletiyle yüzleşmesine dayandığını belirtir. Bu cehalet, basit bir bilgi eksikliği değildir; Çünkü méconnaissance, belirli bir olumlama ve inkâr örgütlenmesine dayanır; öznede kök salmış olan bu yapıyı analiz süreci yeniden şekillendirecektir. [6]

Tam da bu noktada, öznenin bir konuşan-varlık (parlêtre) olarak konumlanması, aktarımın doğasını kavramamız açısından belirleyici bir unsur hâline gelir.  Lacan’a göre özne konuştuğunda, yalnızca bilinçli bir anlam üretmez; aynı zamanda farkında olmadığı bir anlamı da açığa çıkarır. Özne, bilinçdışındaki arzularını doğrudan dile getiremez; aksine, gösterenlerin düzeni içinde dolaylı bir biçimde ifade eder. Ancak bu ifade hiçbir zaman tam ve eksiksiz değildir. Bilinçdışı arzu, sabit bir anlamla kendini sunmaz; aksine, gösterenler arasında dolaşarak, birinden diğerine kayarak varlığını sürdürür. Bu nedenle, aktarım yalnızca dile girmiş bir özne için mümkündür. Çünkü bilinçdışı, Lacan’ın ifadesiyle, “dil gibi yapılanmıştır“. Bilinçdışı yalnızca sürçmelerde, rüyalarda ve istem dışı eylemlerde belirmez; analitik çerçevede ortaya çıktığında aktarım olarak adlandırılır.  

Daha önce değindiğimiz gibi, Lacan’ın teorisinde, konuşan varlık olarak özne, yapısı gereği eksiklikle belirlenmiştir. Bu eksiklik, öznenin arzusunu yönlendiren ve onu yapılandıran temel unsurdur. Lacan, nesneyi arzuyu doyuran bir şey olarak değil, arzuya neden olan bir unsur olarak ele alır: objet petit a (a nesnesi). a nesnesi, öznenin bilinçdışı yapılanmasında eksik olan şeyi temsil eden, ama asla tam anlamıyla sahip olunamayan nesnedir. Arzu bu nesneye yönelir, ancak özne bu nesneye ulaşamaz. Analitik süreçte ise a nesnesi, analistin kendisi değil, ancak analizanın fantezisinde aldığı konumun bir yönü olarak karşımıza çıkar. Analizan, analisti bilinçdışındaki arzularını yansıttığı bir figür olarak deneyimler; bu da analistin a nesnesi gibi işlev görmesine neden olabilir.

Tam da bu noktada Lacan, aktarım aşkında işleyen dinamiği aşkın yapısal işleyişiyle ilişkilendirir. Aktarım seminerinde, aşkı bir metafor olarak, bir eksikliğin birinden diğerine aktarımı olarak tanımlar. Seven kişi, bir şeyden, bir “sahip olma”dan yoksundur; sevilen kişi ise neye sahip olduğunu bilmez, yani kendi varlığına dair bir bilgiden yoksundur. Bu açıdan bakıldığında, aktarım aşkı da benzer bir mekanizmayla işler. Özne, kendi eksikliğini Öteki’ne yerleştirerek onu bir bilgi ve hakikat kaynağı olarak konumlandırır. Ancak analist, analizanın arzularını ve eksikliğini ona geri yansıtan bir yüzey işlevi görür. Analistin rolü, bu eksikliği doldurmak değil, analizanın kendi arzusuyla ve eksikliğiyle nasıl ilişkilendiğini çözümleyebileceği bir alan yaratmaktır.

Freud ve Lacan, bütün taleplerin özünde sevgi talebinin yattığını vurgular. Bu bağlamda, aktarım da bir çağrı, bir sevgi talebi olarak işlev görür ve iki temel bileşene dayanır.  Birincisi, geçmiş yaşantılara dair deneyimlerin analitik sahnede tekrar edilmesi ve yeniden canlanmasıdır. İkincisi ise, analizan ile analist arasındaki duygusal bağın kurulmasıdır. Bu sevgi aktarımı, aslında analizanı konuşturan, analize devamını sağlayan, yani bu ilişkiyi özel kılan şeydir. Analizan, adeta analisti semptomuyla iç içe geçmiş bir konumda deneyimler. Öyle ki, analisti düşündüğünde semptomunu, semptomunu düşündüğünde ise analistini hatırlamaya başlar. Yani aktarım, analizan ve analist arasında kurulan ilişkinin gösterenidir.

Tam da burada, Lacan’ın aşk üzerine söyledikleri, aktarım aşkının işleyişini anlamamız için belirleyici olur. Lacan, aşkı bir eksiklik alışverişi olarak tanımlar dedik: Aşkımızı ilan ettiğimizde, aslında eksiğimizi veririz. ‘‘Seni seviyorum’’ demek ‘’Ben eksiğim ve sen benim eksiğime sesleniyorsun’’ demektir.[7] Özne, Öteki’ni eksiksiz bir varlık olarak konumlandırarak ona yönelir. Ancak aldığı her cevap, kendisini bir kayıpla karşı karşıya bırakır. Tam da bu yüzden, sevgi talebi, Öteki’ni hem aşkın hem de bilginin taşıyıcısı hâline getirirken, ona aynı zamanda tüm gücün sahibi olma niteliğini de yükler. Ötekine yönelen bu talebin analizde bir sonucu vardır: Bu, aktarım aşkıdır.

Jacques-Alain Miller, bu noktada aktarımı şöyle açıklar: ‘‘Aktarım, tekerrürde iş başında olan gerçeğin işlevi temelinde ortaya çıkar. Tekerrürde gözden kaçırılmaya yazgılı olan şeyin… (daha sonra) aktarımda sahneye koyulduğu görülmektedir.’’[8] Burada tekerrür, öznenin objet petit a’nın ulaşılamazlığını her defasında yeniden sahnelediği ve bu eksiklik etrafında kurulan döngüyü sürdürdüğü bir süreçtir. Yani, geçmişin yalnızca yinelenmesi değil, öznenin her defasında kaçınılmaz bir eksiklikle karşı karşıya kalmasını sağlayan yapısal bir düzendir.

Miller, “Eksiklik, tekrarın bizzat ıskalayarak ayak uydurduğu gerçeği uyandırdığı zaman, ortaya çıkan şey travmatik gerçek olacaktır” diye devam eder.  Bu noktada, özne, simgeselleştirilemeyen ve dile getirilemeyen Gerçek (le Réel) ile karşılaşır. Ancak bu karşılaşma tatmin edici bir anlam sunmaz; aksine, öznenin arzusunu düzenleyen yapının ötesinde, hazzın sınırlarını aşan ve bir fazlalık olarak deneyimlenen jouissance ile ilişkilidir. Bu yüzden, aktarım aşkı öznenin jouissance[9] ile kurduğu ilişkiyi dönüştürmesine olanak tanıyan bir sahne haline de gelir. Psikanaliz, öznenin kendi gerçeğini keşfetmesini sağlayan bir alan açar, ancak bu keşif ancak aktarım aracılığıyla gerçekleşir. Aktarım, her türlü psikanalitik sürecin itici gücüdür.  

Lacan, aktarım konusunu öğretisinin başlangıcından ancak on beş yıl sonra, tam da psikanalizin etiği üzerine verdiği seminerin ardından ele alır. Ona göre aktarım, bir söz eylemidir. Freud’un da vurguladığı gibi, hasta ile analist arasındaki ilişki yalnızca köklü bir asimetri taşımakla kalmaz; Lacan bu noktada daha da ileri giderek intersubjektivite (öznelerarası ilişkiyi) kavramını eleştirir. Bu sahte ilişkinin -onun deyimiyle pseudo-relation– iki özne arasındaki bir ilişki olmadığını, aksine bir özne ile bir Öteki arasındaki bir ilişki olduğunu vurgular.

Bu Öteki, bilgiyi varsayan bir özne ya da nesne işlevi gören bir figürdür. Lacan’a göre aktarım aşkı, analiste atfedilen bilgi varsayımıyla doğrudan ilişkilidir. 1960 tarihli Aktarım seminerinde Lacan, “bildiği-varsayılan-özne” (sujet supposé savoir) kavramını ortaya koyarak bu noktayı netleştirir.[10] Bilinçdışının bilgisi, analiste aitmiş gibi varsayılır. Ancak Lacan aynı seminerde “Özneye hiçbir şey varsaymayız; öznenin kendisi varsayımdır” diyerek, bu atfın kendisinin de bir kurgu olduğuna işaret eder. Yani analizan, bilinçdışındaki hakikatin analist aracılığıyla açığa çıkacağını düşünse de, gerçekte analist bu bilgiyi taşıyan biri değildir. Asıl süreç, analistin bildiği sanılan bu bilginin, analizan tarafından üretilmesi ve keşfedilmesidir. Bu bağlamda, bildiği-varsayılan-özne, analitik sürecin merkezinde yer alır: Analizan ile analist arasındaki bağı oluşturan, aktarımı mümkün kılan ve gösterenlerin dolaşımını sağlayan simgesel bir işlev üstlenir.

Bu aşkın, “bildiği varsayılan bir özneye” yönelik olması açısından özel olması, hiçbir şekilde onun herhangi bir aşktan farklı olduğu anlamına gelmez. Öyle ki, aktarım aşkı, aşık olma haline doğru uzanan bir kral yoludur; ne şekilde olursa olsun, aşk bizi egemenliğin kıyısına getirir. Freud’un vurguladığı gibi, analistin, hastasının kendisine yönelttiği aşkın aslında onun şahsına değil, başka birine yönelik olduğunu asla unutmaması gerekir. Lacan’ın yorumuyla ifade edecek olursak, analist yalnızca bu aşkı varlığıyla güncelleyen kişidir. Bu yüzden, psikanalistin aktarım karşısındaki tavrı belirleyici bir öneme sahiptir.

Freud’un belirttiği gibi, analistin tarafsızlığı (abstinence), analitik sürecin temel taşlarından biridir. Ancak bu tarafsızlık yalnızca fiziksel mesafenin korunmasıyla sınırlı değildir; aynı zamanda analistin daha geniş bir etik duruş sergilemesini ve şefkat, tiksinti, hayranlık ya da ahlaki yargılar gibi duygusal tepkilerden kaçınmasını gerektirir. Bu duruş, analizanın acısını bastırmak ya da serbest çağrışımlarını engellemek yerine, analitik sürecin işlemesini sağlayan “tarafsız ama destekleyici tutumu” (neutralité bienveillante) mümkün kılar.

Anlayacağımız üzere, psikanalitik süreçte analistin konumu, yalnızca aktarımı yönetme biçimiyle değil, aynı zamanda analizanın arzusunu nasıl dönüştürdüğüyle de doğrudan bağlantılıdır. Freud, Aktarım Aşkı Üzerine Gözlemler makalesinde, aktarımın doğasında güçlü duygulanımların bulunduğunu ve hastanın analisti kendi tutkularının nesnesi haline getirme eğiliminde olduğunu vurgular. Peki, psikanalist bu durumla nasıl başa çıkar?

Kendi benini (moi) bir kenara bırakarak, onu analiz odasının kapısının önünde bırakarak. Analist, artık kim olduğu sorusunu sormayan, kendisini analitik operasyonun ajanı olarak konumlandıran kişidir. Tam da bu noktada, analistin konumuna ve aktarımı nasıl ele aldığına ilişkin temel mesele belirginleşir. Freud, Aktarımın Dinamiği makalesinde aktarımın kaçınılmazlığını şu sözlerle ifade eder: “Gerçeklik, aşk ihtiyacının tam tatminini sunmayan her birey, kaçınılmaz olarak hayatına giren her yeni figüre belirli bir libidinal umutla yönelir.”[11]

Freud’a göre, aktarım aşkı analitik sürecin zorunlu bir bileşenidir ve analistin görevi, onu çözümleyerek çalışılabilir kılmaktır. Analizanın aşkı, analitik çalışmanın itici gücü haline gelmeli, ancak analist onun nesnesi haline gelmemelidir. Analist, bu aşkın ortaya çıkmasına vesile olabilir, ancak nesnesi olmamalıdır. Tıpkı Freud’un yaptığı gibi, analist kendisini fazla çekici bulmaktan kaçınmalıdır. Freud, hastalarının ona duyduğu sevginin kendi kişisel cazibesiyle neredeyse hiç ilgisi olmadığını ve bunun esasen onların gözünde üstlendiği rolle bağlantılı olduğunu daha en başından fark etmişti.

İşte tam da bu nokta, Breuer ile Freud arasındaki klinik ayrışmayı netleştiren şey olmuştur. Breuer, aktarım yoluyla ortaya çıkan Eros karşısında geri çekilmeyi tercih ederken, Freud tam tersine “ona hizmet ederek ondan faydalanmaya” karar vermiş ve böylece psikanalizi inşa etmiştir. Bu nedenle Freud, yine bu makalede analistin konumuna dair kesin bir uyarıda bulunur: “Analist kendisine sunulan hassasiyeti kesinlikle kabul etmemeli ya da ona karşılık vermemelidir.[12] Bu, Freud’un analitik etik üzerine yaptığı en net vurgulardan biridir: Analist, talebine yanıt vermeyerek analizanın arzusunun farklı bir düzleme taşınmasına olanak tanır. Bu yüzden Freud’un bu metni yalnızca klinik bir mesele değil, aynı zamanda analistin etik ve politik konumlanışını da belirleyen bir metindir.

Bu yazıyı, Freud’un psikanalitik sürecin tüm sorumluluğunu analiste yüklediğini ve analistin etiğiyle tekniği uyum içinde birleştirme yükümlülüğünü taşıdığını hatırlatarak bitirmek istiyorum. Analist, bu sorumluluğu üstlenirken, analizanın sevgi talebine muhatap olan; ancak ona karşılık vermeyerek arzunun başka bir düzleme taşınmasını mümkün kılan kişidir. Zira öznenin kendi arzusuyla bir bağ kurabilmesi ve varoluşunu daha derin ve eksiksiz bir biçimde deneyimleyebilmesi, ancak bu boşluğun korunmasıyla mümkündür. İşte analist, tam da bu mesafeyi muhafaza ederek, analizana belki de en büyük armağanı sunar: Kendi arzusuyla yüzleşme ve onu dönüştürme imkânı—yani bir aşk armağanı.

[1] Geçmişteki bir duygunun, yanlış bir bağ kurularak (fausse connexion) bugünkü bir figüre yönlendirilmesi. Analist, bu tür duygusal aktarımın hedefi haline gelir ve bu durum, Freud un ilk başta seansların ilerleyişine bir engel olarak gördüğü bir olgudur.

[2] Aktarım, geçmişteki arzuların analist figürü üzerine yeniden yönlendirilmesi olarak tanımlanır.Dora Vakası”nda Freud, aktarımın hastanın analisti geçmişten gelen figürlerin yerine koymasıyla ortaya çıktığını ve bu sürecin bilinçdışı arzuların ve çatışmaların yeniden sahnelenmesine yol açtığını öne sürer.

[3]  Miller, J.A. (2008.) On Love: interview with Hanna Wear. A. Price (Trans.), http://www.lacan.com/symptom/?page_id=263. Lacan.dot.com.

[4] Freud, S. (1930). Le Malaise dans la civilisation. Paris: PUF.

[5] J. Lacan, Le séminaire, Livre I, Les écrits techniques de Freud, Paris, Seuil, 1975, p. 172.

[6] Daha ileride, Lacan üç temel kaydı (Réel, Symbolique, Imaginaire – R, S, I) arasındaki ilişkileri şöyle konumlandırır: Aşk, Simgesel (S) ile İmgesel (I) arasındaki eklem noktasında yer alırken; nefret, İmgesel (I) ile Gerçek (R) arasında şekillenir; cehalet ise Gerçek (R) ile Simgesel (S) arasındaki kesişim noktasında bulunur

[7] Fink, B. (2019). Lacan’da Aşk: VIII. Seminer Aktarım Üstüne Bir İnceleme. Kolektif Kitap; 1. bs.

[8] Miller, J.A. (2008.) On Love: interview with Hanna Wear. A. Price (Trans.), http://www.lacan.com/symptom/?page_id=263. Lacan.dot.com.

[9] Jouissance’ın değişmesi, onun tamamen kaybolması ya da bastırılması anlamına gelmez. Lacan’ın “jouissance hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmaz” dediğini hatırlayalım. Değişen şey, öznenin onunla nasıl ilişkilendiğidir. Başlangıçta, özne jouissance’a bilinçdışı olarak boyun eğer, onun döngüsüne kapılır. Analitik süreçte, özne jouissance’ın nasıl işlediğini fark eder ve bu ona belli bir mesafe kazandırır. Son aşamada, özne artık bu jouissance’ı dönüştürerek ona başka bir şekilde yer açabilir.

[10] J. Lacan, Le séminaire Livre VIII, Le transfert (1960-1961), Paris, Le Seuil, 2001.

[11] Freud, S. (1988). La dynamique du transfert. Dans Nouvelles conférences d’introduction à la psychanalyse (pp. 125-135). Paris : PUF.

[12] Freud, S. (2001 [1915]). Observations on transference love. SE. Vol. 12.