Freud’da Travma

Bu metin, İstanbul Freudcu Psikanaliz Derneği (FPD) bünyesinde FPD Söyleşilerinin dördüncü oturumunda, 12 Eylül 2024 tarihinde tarafımca yapılmış olan sunuma aittir.

Herkese Merhaba,

Bugün FPD Söyleşilerimizin dördüncüsünde sizlerle birlikteyiz. Bugünkü sunumumun başlığı, bildiğiniz üzere, Freudda Travma”. Bu kadar geniş ve derin bir konuyu kısa bir sürede tüm yönleriyle ele almak elbette mümkün değil. Zira, Freudun travma üzerine düşüncelerinin, psikanalizin doğuşundan beri eserlerinde yer aldığını göz önünde bulundurduğumuzda, konunun ne kadar kapsamlı olduğunu daha net bir şekilde anlıyoruz. Bu bağlamda, bu sunumun amacı, Freudun travmaya ilişkin görüşlerinin nasıl geliştiğini ve zaman içinde nasıl evrildiğini incelemektir. Bunu yaparken, Freudun eserlerinin kronolojik sıralamasını izleyerek, psikanalitik düşüncenin gelişimiyle paralel bir hat çizeceğiz. Bu şekilde, travma kliniğine dair bir giriş niteliği taşıyan bu sunumda, Freudun teorik çerçevesindeki değişimleri, travmanın psikanalitik kuram içerisindeki yerini ve pratikteki yansımalarını daha yakından anlamayı hedefliyoruz.

Travma kavramı, zamanla psikanalitik teori ve pratikte sürekli bir evrim geçirerek, Freudun düşünce dünyasında merkezi bir konuma yükselmiştir. Ancak, travma teorisinde yapılan değişiklikler ve yeniden düzenlemeler, sunumumuzun ilerleyen kısımlarında da değineceğimiz üzere, zamanla önemli tartışmalara yol açmış ve Freudun örneğin Sándor Ferenczi gibi önde gelen meslektaşlarıyla da ciddi fikir ayrılıkları ve dikkate değer kopuşlar yaşamasına neden olmuştur.

Travma, kökeni Yunancada “yara” anlamına gelen bir kelime olup, başlangıçta fiziksel yaralanmaları tanımlamak için kullanılırken, zamanla, psikolojik anlam kazanarak dışsal şiddet olaylarının birey üzerindeki derin ve kalıcı etkilerini açıklamakta kullanılmıştır. Travmanın psikanalitik literatürdeki erken kullanımında, bu şiddetli şok etkisi, bireyin bütünlüğünü zedeleyen ve organizmayı sarsan bir yara olarak görülmüştür.

Her büyük psikanalitik kavram gibi, travma da hem psikolojik hem de metapsikolojik¹ boyutları bir araya getirir. Bu boyutlar, teorik ve klinik uygulamalarda önemli farklılıklara yol açabilir. Genel anlamda travma, bir kişinin yaşamında derin izler bırakan olayların (ayrılık, yas, kaza, hastalık gibi) psikolojik etkilerini tanımlar. Ancak, travma terimi sadece bu olayların yarattığı etkilerle sınırlı değildir; aynı zamanda bu etkileri açıklayan teorik çerçeveleri de kapsar. Roussillonun belirttiği gibi, travma “kendiliğinden” var olan bir durum değildir, klinik modaliteleri ve psikolojik süreçleri açıklayan teoriler ve düşünce modelleriyle anlam kazanır ².

Günümüzde travma, genellikle bireyin kişiliğinde bir düzensizliğe yol açan olumsuz bir psişik fenomen olarak sunulmaktadır. Ancak, Freudun eserlerinde psişik mekanizmaların çift yönlü doğasını göz ardı etmemek önemlidir. Özellikle “Haz İlkesinin Ötesinde” ve “Psikanaliz Üzerine Beş Ders” gibi metinlerde, psişik dinamiğin çelişkili güçlerin savunma amaçlı bir dengesi olduğu ve semptomların bu dengenin korunması uğruna ödenen öznel bir bedel olduğu vurgulanır. Freud Ruhta haz ilkesine yönelik güçlü bir eğilim bulunmaktadır ama bu daha başka güçler ya da ilişkilerle çatışmaktadır ve sonuç her zaman haz ilkesine uygun olmayabilmektedir,” der ³.

Travmanın etkileri de bu çelişkili yapı içinde değerlendirilir; bazen ruhsal yapıyı bozarken, bazen de yeniden düzenlemeye olanak sağlar. Freud, bu eserinde geliştirdiği ve birazdan daha ayrıntılı olarak ele alacağımız “yineleme zorlantısı” kavramıyla, travmatik deneyimlerin bireyin bilinçdışında tekrarlanma eğiliminde olduğunu vurgular. Bu tekrarlama, travmanın ruhsal yapıda yarattığı derin etkiyi ve hem bozucu hem de düzenleyici potansiyelini anlamamızda kilit bir rol oynar. Freud’un travma anlayışında bu çift yönlü doğanın anlaşılması, travmanın birey üzerindeki çok katmanlı etkilerini ve sonuçlarını daha net kavramamıza olanak tanır.

Freudun travma teorisinin evrimi, belirli tarihsel dönüm noktaları üzerinden takip edilebilir. Travma kavramı, Freudun teorik gelişiminde üç ana dönüm noktasına (1895-1897, 1920, 1938) karşılık gelir. Bu dönemler, Freudun metapsikolojisinde önemli dönüşümler yaşadığı zamanlardır. Dolayısıyla, psikanalizde travma konusunu ele almak, Freudun bu anahtar kavramın tarihsel gelişimini ve düşünsel evrimini incelemek anlamına gelir.

1880’li yıllarda Freud, travmatik anıların yeterince ifade edilmediği için patojenik etkilere yol açtığını düşünüyordu. Bu nedenle, hastaların travmatik anılarını dışa vurup rahatlamalarını sağlamak amacıyla hipnozu bir yöntem olarak kullandı. Bu yıllarda hipnoz yöntemi, hastanın travmatik anılarını dile dökebilmesi için bir araç olarak görülüyordu. 1890’lı yıllarda ise Charcot, psikolojik travmanın histeri ile bağlantılı olduğunu savunmuştu. Charcotya göre, travmatik histeri fiziksel bir travmanın ardından, kuluçka dönemini izleyerek felç gibi belirtilerle ortaya çıkmaktaydı (Laplanche ve Pontalis, 1973). Bu yıllarda Freud, histerinin tetikleyici travmatik koşullarını araştırmaya yönelmişti. Hangi şartlar altında bu nevrozun ortaya çıktığını ve hangi olayların belirleyici olduğunu anlamaya çalışıyordu.

O dönemde yapılan çalışmalar, bireyin pasif bir şekilde maruz kaldığı dışsal olayların (örneğin tren kazaları, savaş deneyimleri veya ölüm korkusu) sonuçlarına odaklanıyordu. Bu durumlar “travmatik nevroz” olarak tanımlanmıştı. Freuda göre, travmatik nevroz, dışarıdan gelen bir uyarıcı sonucunda zihinsel savunma mekanizmasının aşırı zorlanmasıyla ortaya çıkar; bu, bireyin korku ve yaşam tehdidi hissini uyandıran bir şok etkisine yol açar. Charcot’nun Salpêtrière Hastanesi’ndeki gözlemleri ve deneyimleri, Freud’u travmatik olayların histerik semptomları tetikleyebileceğine inandırdı. Charcot, travmayı, var olan yatkınlıkları ortaya çıkaran bir “kışkırtıcı ajan” olarak görüyordu. Bu travmatik olaylar, hem duyusal hem de motorik işlevler üzerinde belirgin etkiler yaratabiliyordu.

1880’lerden 1900’e kadar Freud, travmatik anıları dışa vurmanın bir yolu olarak hipnozu kullanmaya devam etti. Ancak, hipnoz seanslarında hastaların geçmiş travmalara geri döndüğünü ve bu süreçte fantezilerin de devreye girdiğini gözlemledi. Bu durum, Freudun travmanın sadece dışsal olaylarla değil, aynı zamanda fantezi dünyasıyla da bağlantılı olduğunu anlamasına yol açtı.

Dolayısıyla, Freud, ilk etapta travmayı baştan çıkarma kuramı çerçevesinde, fantezi bağlamında ele aldı. 1895 tarihli Bilimsel Psikoloji Taslağında, travmatik etkinin nasıl oluştuğunu ve baştan çıkarma kuramını, Nachträglichkeit (sonradan/geriye dönük etki”) ⁴ kavramı üzerinden açıkladı ⁵. Bu süreç, geçmişte yaşanan olayın yeniden anlamlandırılması ve bilinçdışı düzeyde etkilerinin hissedilmesi olarak tanımlanır. Emma vakasında bu durum açıkça görürüz: Sekiz yaşındayken cinsel tacize maruz kalan Emma, on üç yaşında bir mağazada iki satıcının gülmesine tanık olduğunda, bu gülüşler ona ilk tacizi hatırlatmış ve travmatik etki yaratmıştır. Freuda göre, bastırma iki aşamada gerçekleşir; ilk olayın travmatik doğası, ancak ikinci olayla birlikte anlamlandırıldığında ortaya çıkar. Emma, ikinci olayın birincisini çağrıştırması sonucu cinsel olarak uyarılmış ve bu şekilde ilk travma yeniden tetiklenmiştir. Lacan da bu fikri geliştirir ve bir sahnenin travmatize oluşunun, psikanalitik sürecin işleviyle benzer bir yapı gösterdiğini belirtir. Lacana göre, daha sonraları “travmatik” olarak anılacak bu sahne, sonradan gelen sembolik etkilerle gerçekleşir. Bu süreç, psikanalizde geçmişin yeniden yapılandırılması veya öznenin tarihini yeniden yazması olarak da kabul edilebilir.

Bu üç dönemi detaylandırmadan önce, travma kliniğindeki iki ana yaklaşımdan bahsetmek isterim. Birinci yaklaşım, psikolojik gerçekliğe, içsel deneyimlere ve fantezilere odaklanır. Bu yaklaşım, bireyin içsel dünyasının ve çocukluk fantezilerinin travmatik etkilerini vurgular. İkinci yaklaşım ise dış gerçekliği, yani çevresel eksiklikleri (anne-baba, aile, toplum gibi) ve bu eksikliklerin birey üzerindeki etkilerini inceler. Bu iki yaklaşım arasındaki tartışma ve karşıtlık, günümüzde de klinik alanda devam etmektedir. Psikanalitik literatürde bu iki ana akımın sıkça birbirine karşı çıktığını görmek mümkündür.

Ancak ben, travmayı hem içsel gerçeklik hem de dış gerçeklik perspektifinden ele alan birleşik bir teoriye inanıyorum. Bu yaklaşım, travmanın içsel deneyimler ve çocuk cinselliği ile dış gerçeklikten kaynaklanan travmalar arasında bir devamlılık gösterdiğini savunur. Freudun hayatının sonlarına doğru bu konuyu açık bıraktığını hatırlamakta fayda var. 1938de travma nevrozu üzerine yazarken, bu nevrozların çocukluk faktörleriyle olan ilişkilerinin hala incelenmesi gerektiğini belirtmiştir.

Bu farklı yaklaşımların izlerini, Freud ve Sándor Ferenczi arasındaki ünlü çatışmada net bir şekilde görmekteyiz. Freud, nevrozların oluşumunda çocuk cinselliği ve cinsellik meselelerini merkeze alırken, Ferenczi travmanın daha çok erken dönemdeki nesne ve ilişki eksiklikleriyle ilgili olduğunu savunmuştur. Freud, doğum travması gibi organizatör travmalarla ilgilenmiş, bu konuda Otto Rank’ın görüşlerinden önemli ölçüde etkilenmiştir ⁶. Freud’un teorisindeki organizatör travmalar arasında, penis kaybı korkusu ve cinsiyet farklılığının keşfi gibi konular  da yer alır. Çağdaş psikanalitik yazarlar, bu travmalara ergenlik gibi başka olayları da ekleyerek, psiko-seksüel gelişim üzerindeki etkilerini incelemişlerdir. Bu olaylar, hem içsel hem de dış gerçeklik ile bağlantılıdır.

Ferenczi ise, savaşta yaralılarla ilgilenen bir psikiyatrist ve psikanalist olarak, Freudun hastalarından çok daha eksiklikler” yaşayan bireylerle çalışmıştır. Bu deneyimler, Ferencziyi travmanın daha çok erken dönem nesne ve ilişki eksikliklerinden kaynaklandığını düşünmeye yönlendirmiştir. Bu tür travmalar, Ferenczinin hastalarında psikolojik şok ve ölüm korkusu gibi durumlara yol açmış, bu da birincil narsisizmin kırılganlıklarını açığa çıkarmıştır.

Ferenczinin bu alandaki çalışmaları, daha sonra Winnicottun çöküş korkusu (Fear of Breakdown), ve Bion ile Roussillonun ölüm korkusu üzerine yaptığı önemli çalışmalara zemin hazırlamıştır. Bu erken dönem psikanaliz tartışması, günümüzde de canlılığını korumaktadır.

Bu bağlamda, travmatik nevrozların ortaya çıkışı, psikanalitik teori içinde tutarlı bir açıklama sistemi geliştirmekte zorlanan bir kliniğin çelişkilerini gözler önüne sermiştir. Tarih boyunca, travma sonrası stres bozuklukları, histeri ve benzeri patolojilerin kökeninde bir olayın yattığı konusunda genel bir uzlaşı bulunsa da, bu olayların farklı dönemlerde, çeşitli kliniklerde nasıl kavramsallaştırıldığı ve hangi teorik çerçevelerle ele alındığı halen tartışma konusudur. Neden bazı bireyler, potansiyel olarak travmatik olaylarla karşılaştıklarında belirgin patolojik tepkiler geliştirirken, diğerleri bu süreçleri daha az sarsıcı bir şekilde atlatır? Özellikle, bu olayların ölüm kaygısı, bilinmezlik ve beklenmediklikle olan ilişkisi nedir?

Freud ve Breuer, travmanın tarihine dair bu teorik gerilimleri çözmeye çalışan öncü klinisyenler olarak öne çıkmışlardır. Onların çalışmaları, travmanın psikanaliz içindeki yerini anlamak ve bu kavramın tarihsel gelişimini incelemek açısından kritik öneme sahiptir. Ancak, bu çözümleme girişimlerinde travmatik olgulara daha net bir yer vermeye çalışırken karşılaştıkları zorluklar da ortaya çıkmıştır; özellikle de histeri kliniği ve psiko-travma ya da travma sonrası kliniklerle kesişen alanlarda.

Freud, başlangıçta histerideki dönüşüm bozukluklarına odaklanmış ve bu semptomları gerçek bir travmanın varlığına bağlamıştır. Ona göre, bu travmalar düzenli olarak bilinçdışına bastırılmakta ve bu bastırılmış yük, bedende somatik belirtiler olarak kendini göstermektedir. Çoğunlukla, bu sahneler çocukların yetişkinler tarafından baştan çıkarılmasıyla ilgilidir, ancak güncel baştan çıkarma sahneleri de travmatik olabilir. Ne var ki, hastalar genellikle somatik şikayetlerle geldiklerinde, bu travmatik baştan çıkarma sahneleriyle doğrudan bir bağ kuramazlar. Bu durum, Freudu bu sahnelerin gerçekliğini sorgulamaya yöneltmiştir, ancak bu sorgulamalar onun teorik gelişimini şekillendiren önemli bir tartışma alanı olarak kalmıştır.

Freudun bu konuda geliştirdiği teori, 1895 yılında histeri çalışmaları bağlamında ortaya çıkmış ve daha sonra “Kurt Adam” ⁷ vakasında geliştirilmiştir. Bu teoriye göre, travma mutlaka cinsel nitelikte olmalı ve iki olayın varlığına dayanmalıdır: İlk baştan çıkarma sahnesi bastırılır ve daha sonraki bir sahne, bu ilk sahnenin hafıza izlerini bazı ortak özellikler aracılığıyla yeniden canlandırır. (Nachträglichkeit) İki sahne arasındaki bu zaman farkı, Freud’un bireysel yaşantının, psişik gerçekliğin nasıl devrede olduğunu ve belirli rahatsızlıkların ortaya çıkışını nasıl etkilediğini göstermesine olanak tanır.

Gerçekte, Freudun teorisinde değişime neden olan, kültürel, klinik ve sosyal gerçekliklerdeki değişimdir. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle, Freud cepheye gönderilmezken, Karl Abraham ve Ferenczi cephede aktif olarak görev almıştır. Onlar, savaşın getirdiği gerçekliklere odaklanırken, Freud savaşın gerçekliği karşısında rahatsızlıkların ve travmatik olayların güncelliğini sorgulamaya zorlanmıştır. Cephedeki askerler öyle ağır semptomlar göstermektedir ki, tedavi edilmeleri kaçınılmaz hale gelmiştir; deliryumlu karışıklıklar ve histerik rahatsızlıklar yaygındır. Bu durum, savaş nevrozunun kökeninin çocuklukta ve geçmişte yaşanan baştan çıkarma sahneleriyle doğrudan ilişkilendirilemeyeceğini gösterir. Savaşın şiddeti, tüm semptomatolojiyi şiddetli bir güncel gerçekliğe sürüklemiştir. Hastalar, savaşın içinde geçirdikleri aylarca, yıllarca süren süre boyunca, savaş alanından çekildiklerinde bile zamanın durduğu bir deneyim yaşamaktadırlar. Askeri klinikler, travma üzerine teorileri büyük ölçüde etkilemiştir. Bu yeni gerçeklik, Freud’un çocuklukla ilişkili transfer nevrozları ve güncel (aktüel) nevrozları ayırt etmesine neden olmuştur; burada benlik çatışması, güncel olayın şiddetiyle ilişkilendirilir .

Freud, travmaların yalnızca olumsuz etkileri olmadığını, aynı zamanda düzenleyici bir rol oynadığını da belirtir. Ayrıca, Freud, ödipal problemlerin çözümünün de travmatik bir karşılaşma ile başladığını ifade eder. Örneğin, bir çocuk annesine veya babasına aşık olduğunu hayal ederken, bu yasak aşkın imkansız olduğunu kabullenmek zorunda kalır. Bu da, üstbenliğin oluşumunda kritik bir rol oynayan travmatik bir deneyimdir ve bu klinikte her zaman akılda tutulmalıdır. Bu perspektif, Otto Rank’ın doğum travması teorisiyle de desteklenir; Rank, doğumun, bireyin fiziksel olarak annesinden ayrılmasıyla başlayan ilk büyük travma olduğunu ve bu travmanın sonraki tüm ayrılık deneyimlerinin temelini oluşturduğunu savunur.

Psikanaliz çalışmalarını Freud’a dönüş hareketi olarak adlandıran Jacques Lacan ise, travmanın dilin tanıtılmasıyla başladığını öne sürer. Lacan’a göre, dilin tanıtılması, bireyin tümgüçlü bir durumdan vazgeçmek zorunda kalması anlamına gelir ve bu da travmatik bir deneyimdir. Lacan, bu teorisiyle, travmanın zaman algısını nasıl bozduğunu açıklar: Travma yaşayan kişiler, geri dönmenin imkansız olduğu bir “artık hiçbir şey eskisi gibi değil” hissi yaşarlar. Bu, dilin keşfi kadar geri dönüşü olmayan bir keşiftir. Travma kliniğinde bu anlayış, insanların yaşadığı utanç ve suçluluk duygularını anlamamıza yardımcı olur. Travma yaşayan kişiler, bir yasağı çiğnemiş gibi hissederler, sanki ölüler diyarına gitmiş ve geri dönmüş gibidirler. Bu, dilin sınırını aşmakla ilgilidir. Bu bakış açısını Freud’un “Haz İlkesinin Ötesinde” eserinde bulmak mümkündür. Freud, travmanın zaman algısını bozduğunu ve bilinçdışı süreçlerin “zamansız” işlediğini vurgular. Travmatik olayların bu zamansızlık içinde bilinçdışında sürekli tekrarlandığını, bireylerin geçmişte yaşanan olayları hala devam ediyormuş gibi hissettiklerini belirtir. Bu da yine Freud’un “yineleme zorlantısı” kavramıyla ilişkilidir.

Hegelden esinlenen Lacan travma hakkında şunu yazar: Freudcu travmaya göre, bu düşünülemez bir bilmiyorumdur… aslında, başlangıç noktası… eksik bir bilginin düğüm noktasıdır.” ⁹  Lacana göre, dil ile var olan özne, varoluşu gereği travmayı kaçınılmaz olarak taşır. Lacan, dilin kendisinin travmatik olduğunu ileri sürer; çünkü dil her şeyi ifade edemez, bu yüzden gerçekte doldurulamaz bir boşluk vardır. Bu da, “troumatisme” (Lacan’ın trauma ve delik anlamındaki trou” kelimesinden türettiği bir neologizm) yaratır. Troumatisme, bu durumda delikli olmak anlamına gelir. Her zaman dile gelemeyen, söze dökülemeyen bir ”şey” vardır.  Bu, travmanın dildeki boşluktan kaynaklandığını ve öznenin bu boşlukla yaşadığı öznel acıyı ifade eder. Dolayisiyla, travma, dilin ifade edemediği, sembolik düzenin kapsayamadığı bu boşluklar etrafında şekillenir.

Freudun tanımladığı “après-coup” ¹⁰ sürecini yeniden ele alan Lacan, bu süreci, öznenin sembolik alanın dışında kalan, düşünülemez olanla karşılaşması olarak tanımlar. Travma, bu bağlamda, gerçeklik ile sembolik düzenin arasındaki çelişkiyle şekillenir. Freudun savaş nevrozları ve tekrarlama zorlantısı üzerine bulgularını derinleştiren Lacan, yineleme  zorlantısını, bilinçdışının dildeki boşlukları doldurmaya çalışması olarak ele alır. Lacana göre, yineleme zorlantısı, dilin bu boşluklarından kaynaklanır ve öznenin bilinçdışı, bu eksikliklerin doldurulması için tekrarlama yoluna gider.

Lacan, bu durumu kendi geliştirdiği jouissance kavramı üzerinden açıklar. Jouissance, haz ilkesinin ötesinde, beden ve ruhsal alanda tahammül edilemeyen bir fazlalığı ifade eder. Zevk fazlası (plus de jouir), öznenin dilin sınırlarını aşma çabası ve bu sınırların ötesinde yaşadığı travmatik deneyimleri anlatır. Bu süreç, Lacan’ın “troumatisme” olarak tanımladığı, dildeki deliklerle şekillenen ve öznenin tekrarlamaya itildiği bir durumdur. Lacan, troumatisme kavramıyla dildeki deliği ve dolayısıyla özneyi tekrarlamaya iten bir zevk fazlasını işaret eder.

Lacan’ın teorileri ve askeri kliniklerin yanı sıra, Winnicottun çalışmaları da önemli bir yer tutar. Winnicott, açıklamadan ziyade bakımın önemine odaklanır. Savaş zamanı çocukların bakımında pratik ve gerçekçi sorulara odaklanır: Çocuklar, bombardıman riski altındaki şehirlerde ebeveynleriyle mi bırakılmalı yoksa koruyucu ailelere mi yerleştirilmeli? Winnicott, ebeveynlerle bağlantının korunmasının önemini vurgular ve ailelerin, çocuklarını felaket durumlarında nasıl destekleyebileceği konusunda rehberlik eder. Fransa’da, çocuklar genellikle savaştan korumak için kırsal alanlardaki koruyucu ailelere yerleştirilmiştir. Bu düşünce, günümüzün istismar vakalarında çocukların yerleştirilmesiyle ilgili sorulara ışık tutar. Sonuç olarak, bu, Freud’dan etkilenen, ancak yalnızca onunla sınırlı kalmayan büyük psikanalitik akımların bir özetidir diyebiliriz.

Bu geniş tarihsel bakışı tamamladıktan sonra, şimdi Freud’un teorisine odaklanmak istiyorum. Freudun teorisindeki aşamaları ele alacağız, çünkü anlayacağınız üzere, travmayla ilgili çalışmalar oldukça derin ve geniş bir klinik alanı kapsıyor. Freudun eserlerinde travma kavramının sürekli olarak mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ilginç bir şekilde, Paul-Laurent Assounun “Psikanaliz Sözlüğü”nde belirttiği gibi, Freudun eserlerinde “travma” başlık veya alt başlık olarak nadiren kullanılmıştır. Bu durum, travma kavramının Freudun çalışmalarında sürekli var olmasına rağmen, açıkça adlandırılmamış olmasının şaşırtıcı olduğunu gösterir.

Assouna göre, Freudun travmatik nevroza fazla vurgu yapmamasının nedeni, çocukluk cinselliği teorisinin risk altına girmesinden çekinmesidir. Bununla birlikte, Freudun Haz İlkesinin Ötesinde adlı eserinin 2. bölümünde, “Haz İlkesi ve Travmatik Nevroz” ifadesi yer alır. Bu bölümde Freud, haz ilkesinden, çocuk oyunlarından ve Fort-da oyunundan bahseder. İlginç olan, Freudun tüm yazıları boyunca “travmatik nevroz” ifadesine yalnızca bu başlıkta yer vermesidir. Bu durumu düşündürücü ve oldukça ilginç buluyorum: Freudun çalışmalarında travma kavramı bu kadar merkezi bir yer tutarken, neden bu kadar az adlandırılmıştır? Belki de bu, travmanın doğası gereği adlandırılamaz olmasına dair bir ipucu taşıyordur. Assounun “başlıklandırılmamış kavram” olarak ifade ettiği gibi, bazı meslektaşlarım travmanın bir kavram değil, bir terim olduğunu savunuyor. Herkesin bu konuda farklı görüşleri olabilir; ancak bana göre, Freudun tüm çalışmaları, travma kavramını anlamamıza olanak tanıyan kavramsal bir zemin oluşturmuştur.

Bu bağlamda, Freudun travma anlayışının adlandırmanın ötesinde, çalışmalarının derinliklerinde sürekli olarak var olan bir dinamik olduğunu söylemek mümkündür. Freud, travmayı açıkça başlıklandırmasa da, teorik gelişimi boyunca travmanın etkilerini ve işleyişini incelemiştir. Bu nedenle, Freudun travma kavramına dair çalışmaları, psikanalitik düşüncenin temel taşlarından biri olarak değerlendirilebilir.

Freudun travma teorilerine dair çalışmaları iki ya da üç dönemde incelense de, ben, sunumumun bu kısmında, Freud’un eserlerini altı ayrı dönemde incelemeyi tercih ediyorum. Bu ara dönemler, çoğu çalışmada göz ardı edilse de, bu geçiş evrelerinin psikanalizin gelişimine olan katkılarını vurgulamanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Bildiğimiz gibi, psikanaliz, Freudun histerik hastalarını dinlemesiyle şekillenmeye başlamıştır ve travma teorisinin temelleri de bu dönemde, “Histeri Üzerine Çalışmalar” adlı eserle atılmıştır. Freud, kariyerinin erken dönemlerinde Charcot ile olan etkileşimi ve tıbbi eğitiminden edindiği deneyimlerle histerik semptomların altında yatan nesnel nedenleri araştırmaya yönelmiştir. Bu dönemde, histerik bozuklukların genellikle cinsellikle ilişkili bir travmatik deneyimden kaynaklandığını ileri sürmüştür. Freud, hastalarının “travmatik baştan çıkarılma” olarak tanımladığı olayları sıkça dile getirdiklerini ve bu travmaların çoğunlukla çocukluk döneminde yaşandığını gözlemlemiştir. Bu travmatik deneyimler bilinçdışına itilir ve nevrotik semptomların kaynağı haline gelir. Freuda göre, bu bastırılan anıların bilinç yüzeyine çıkarılması ve işlenmesi, histerik semptomların ortadan kalkması için kritik önemdedir.

Freud, “Histeri Üzerine Çalışmalar”da “travmatik histeri” kavramını ortaya koyar ve semptomların kökenindeki tetikleyici unsurları keşfetmeyi hedefler. Histerik kadınları dinledikçe, vakaların büyük çoğunluğunda cinsellikle ilişkili travmatik öykülerle karşılaşır. 1896 yılında yayımladığı üç temel metinde (“Kalıtım ve Nevrozların Etiyolojisi,” “Savunma Psikonevrozları Üzerine İleri Değiniler,” ve “Histerinin Etiyolojisi”), Freud, baştan çıkarılma teorisini geliştirir. Bu teoriye göre, histerinin kökeninde çocukluk döneminde yaşanan, bir yetişkin tarafından gerçekleştirilen cinsel baştan çıkarılma sahnesi bulunur ve bu yetişkin genellikle baba ya da aileden bir başkasıdır. Bu dönemde Freud, histerinin, dolayısıyla nevrozun etiyolojisinde etkili olanın, gerçekten yaşanmış cinsel bir travmatik deneyim olduğunu öne sürer.

Bu dönemde, Freudun travma teorisinde çok önemli bir yer tutan bir diğer kavram olan Nachträglichkeit (après-coup, retrospective attribution) de gelişir. Sonradan/geriye dönük etki” olarak çevirebileceğimiz bu kavram, Freuda göre, bir olayın travmatik hale gelmesi ve tüm patojenik gücünün açığa çıkmasının, ancak bu travmatik olayın anısının tekrar canlanmasıyla mümkün olduğunu ifade eder.

1896da Viyana Psikiyatri ve Nöroloji Derneği’nde sunduğu “Histeri Etiyolojisi” konferansında Freud, 18 histerik vakayı örnek göstererek cinsel deneyimlerin bu vakaların temelinde yattığını savunmuştur. Ancak, bu görüşler tıp camiası tarafından ciddi bir dirençle karşılanmıştır. Özellikle Krafft-Ebingin konferans sonrasında yaptığı “bir bilimsel peri masalı” yorumu, Freudu derinden etkileyerek hayal kırıklığına uğratmıştır. Bu olumsuz tepki, Freudun baştan çıkarılma teorisini sorgulamasına neden olmuştur ve konferansın metni daha sonra “Nevroz, Psikoz ve Sapma” adlı derleme içinde yayımlanmıştır.

Freud, bu süreçte yaşadığı hayal kırıklığıyla birlikte, travma teorisine dair inancını da sorgulamaya başlamıştır. 1897 yılında, arkadaşı Wilhelm Fliesse yazdığı ünlü mektubunda, “Sana hemen son aylarda yavaş yavaş ortaya çıkan büyük bir sırrı vermem gerekiyor. Artık neuroticama (yani nevroz teorime) inanmıyorum ¹¹ ” diyerek, travma teorisinde bir dönüm noktasına gelmiştir. Freud, birçok vakada babanın sapkın davranışlar sergilediğini fark etmiş, ancak bu durumun bu kadar yaygın olamayacağını düşünerek baştan çıkarılma teorisinden vazgeçmiştir. Yine de, histerinin ve nevrozun kökeninde cinselliğin yattığı fikrini sürdürmüş, ancak bunun çocuklukta bir yetişkin tarafından gerçekleştirilen baştan çıkarılma ile doğrudan ilişkili olmadığını öne sürmüştür. Freud, baştan çıkarılma teorisinden vazgeçse bile, travmanın nevroz etiyolojisindeki rolünden tamamen vazgeçmemiştir. Bu noktada, olayın gerçekliğinde yaşanıp yaşanmadığı sorusunu geri planda bırakarak, bilinçdışının keşfine ve psikanalizin doğuşuna odaklanmıştır.

Freud, bu dönemde rüya analizleri ve günlük yaşamın psikopatolojisi üzerine yoğunlaşarak bilinçdışını daha derinlemesine keşfetmeye yönelmiştir. Bu çalışmalar, onun biyomedikal modelden uzaklaşıp hayal gücü ile gerçeklik arasındaki ilişkileri incelemesine olanak sağlamıştır. Freudun çocuk cinselliği ve çok yönlü sapkınlık (polymorphous perversion) gibi kavramları ele alması, içsel ve dışsal gerçeklik arasındaki dinamikleri daha iyi anlamasına katkıda bulunmuştur. Bu genişletilmiş travma anlayışı, Freud’a hem normal hem de patolojik süreçleri birlikte inceleme imkanı vermiş ve travmatik olayları daha geniş bir perspektifle değerlendirmesini sağlamıştır.

Bu noktada, “Neurotica’yı terk etmesi” olarak bilinen bu durumu bir yeniden yapılandırma süreci olarak değerlendirmek daha doğru olabilir. Freud, travmatik olayların genellikle cinsel nitelikte olduğunu savunmayı sürdürmüş ancak travma kavramını yalnızca açık cinsel istismar vakalarıyla sınırlandırmamış, fiziksel eyleme geçmeyen baştan çıkarma sahnelerini de bu çerçeveye dahil etmiştir. Ve böylece, cinselliği, erotojen nitelik taşıyan tüm psişik süreçler ve imgeler üzerinden de ele alma imkânı sunmuştur. Bu genişletilmiş cinsellik anlayışı, travmatik nevroz ve histerik semptomlar arasındaki ayrımı zorlaştırmış, tutarlı bir açıklama sistemi oldukça güç hale gelmiştir.

Görünürde travma teorisinden uzaklaşmış gibi görünse de, Freud aslında içsel yaşam ve psikolojik gerçekliğe daha fazla vurgu yapmaya başlamıştır. Bu dönemde, nevrozların yalnızca dışsal olaylardan değil, bilinçdışı çatışmalar ve fantezilerden kaynaklandığını ileri sürmüştür. Freuda göre, nevrozların ortaya çıkışında hem içsel (bilinçdışı çatışmalar, fanteziler) hem de dışsal (gerçek olaylar, travmalar) faktörler etkileşim halindedir. Tedavide önemli olan, bireyin bu etkileri nasıl içselleştirdiği ve psişik yapısını nasıl yeniden örgütlediğidir. Freud, basit bir nedensellik anlayışını reddederek, nevrozların çözümüne daha derin ve karmaşık bir perspektiften yaklaşılması gerektiğini savunmuştur.

Freudun teorisinin üçüncü aşaması, tekrarlama kavramı etrafında şekillenir ve bu aşama “Nevrozda ve Tedavide Tekrarlama” olarak adlandırılabilir. Freud, 1914 tarihli “Hatırlama, Tekrarlama ve Derinlemesine Çalışma” adlı makalesinde bu konuyu derinlemesine ele alır. Bu önemli çalışma, “Psikanalitik Teknik” (La Technique Psychanalytique) adlı eserinde bulunabilir. Freud, bu makalesinde psikanaliz sürecinin hedeflerini yeniden değerlendirir. Önceleri, bastırılmış anıların hatırlanmasının tedavi edici bir güç taşıdığına ve nevrotik semptomları çözmek için yeterli olduğuna inanmıştır. Aynı zamanda duygusal boşalmanın (abreaksiyon) da hastayı iyileştirebileceğine inanıyordu. Bu iki temel süreç, katharsis yoluyla iyileşme anlayışının temelini oluşturuyordu.

Ancak “Hatırlama, Tekrarlama ve Derinlemesine Çalışma” makalesinde Freud, bu bakış açısını genişleterek yorumlama sürecinin önemine daha fazla vurgu yapar. Freud, “Bu çeşitli tekniklerin amacı aynı kaldı: hafıza boşluklarını doldurmak, bastırmanın direncini yenmek” derken, hatırlamanın yanı sıra perde anılar (screen memories) üzerinde durmanın da önemini belirtir. Perde anılar, nevrotik hastalıkların tedavisinde kilit bir role sahip olabilir.

Travmatik nevrozlardan muzdarip hastaların tedavisinde, ilk bakışta anıların eksikliğinden ziyade, fazlalığı dikkat çeker. Bu hastalar, flashbackler, sürekli tekrar eden olaylar ve aşırı yoğun hatıralarla boğuşurlar. Freudun bu makalesi, bu tür perde anıların işlevini sorgulamamıza olanak tanır: Travmatik sahneler, önceki bir çatışmayı gizlemek veya bastırmak için mi kullanılıyor? Israrcı belirtiler neyin ifadesidir? Bu belirtiler, analistin dikkatini çeker ve hastanın bilinçdışına dair önemli ipuçları sunar: “Bu belirtiler neyi gizliyor? Arkasında ne var? Neyi ifade ediyor?” Bu sorular, bağlantılar kurmaya başlayan hastanın sürecinde de önemlidir.

Freud, bu makalede tekrarlamanın, geniş anlamda travmatik tekrarlamanın, aktarımdaki rolünü açıklar. “Transferin kendisinin yalnızca bir tekrarlama parçası olduğunu ve tekrarlamanın unutulmuş geçmişin transferi olduğunu gözlemleriz.¹²” Freud, travmatik deneyimler yaşamış hastalarda bu tekrarlama eğiliminin oldukça güçlü olduğunu belirtir. Travmatize olmuş hastalar, terapisti bilinçsizce geçmişteki bir figürle, genellikle bir saldırganla özdeşleştirebilirler. Bu da terapide güven inşa etmeyi zorlaştırabilir ve terapiste karşı güvensizlik ve direnç geliştirmelerine yol açabilir.

Freud, terapide hastaların travmatik deneyimlerini ifade etmekte zorlanmalarının sürecin doğal bir parçası olduğunu vurgular. Terapistin görevi, bu tekrarlamayı dikkatle gözlemlemek ve hastanın geçmişindeki travmaları terapist figürü üzerine projekte etmesine izin vermektir. Freuda göre, bazı hastalar terapisti idealize ederek onu güçlü, büyüleyici ya da çekici bir figür olarak görebilirler. Bu tür idealizasyonlar, terapist-hasta ilişkisinde karmaşık bir dinamik yaratır ve bu durumun dikkatle ele alınması gerekir. Freud ayrıca, direncin terapinin kaçınılmaz bir parçası olduğunu ve bununla sabırlı ve anlayışlı bir şekilde başa çıkılması gerektiğini de belirtir.

Freud, 1916 yılında verdiği Psikanalize Giriş Konferansları’nda, nevrozların genel doktrinini açıklar ve travmanın bilinçdışındaki rolünü vurgular. Bu metinde, travmatik nevroz kavramı, klasik nevrozların (psikonörozlar) yanında yeniden gündeme gelir. Freud, travmatik nevroz ile klasik nevrozlar arasında bir karşılaştırma yapar ve her iki nevroz türünde de bir “sabitleme noktası” bulunduğunu öne sürer. Bu sabitleme noktası, travmanın bilinçdışında yer ettiği ve nevrozların oluşumunda rol oynadığı bir noktadır. Freud, burada travma terimini geniş bir anlamda kullanır; hem klasik nevrozlar hem de travmatik nevrozlar için geçerli olduğunu belirtir. Travmatik olayın yarattığı sabitleme noktası, bu klinik bağlamda önemli bir inceleme konusudur.

Freud’un travmatik nevroza daha fazla ilgi göstermemesinin nedenleri belirsizdir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında, Freud travmatik nevrozdan çok az bahseder. Ancak teorisinin dördüncü aşamasında, “Savaş Nevrozları, Cinsel Teoriye Karşı Bir Silah?” başlığı altında bu konuyu yeniden ele alır. 1918’de, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Freud, “Savaş Psikanalizine Giriş” adlı bir metin kaleme alır. Bu metin, Budapeşte’de düzenlenen V. Uluslararası Psikanaliz Kongresi’nde Alman, Avusturyalı ve Macar hükümet temsilcilerine sunulmak üzere hazırlanmıştır ve Freud, bu metinde savaşın yarattığı travmaların zorluklarını ele alır. Freud, burada “savaş nevrozları” terimini de kullanır. Freud, savaş nevrozlarının derin nedenini sorgular ve bu durumu dışsal bir tehlike ile içsel bir tehdit arasında bir çarpışma olarak tanımlar. Dışsal tehlike, klasik travmatik nevrozlarda görülen dışsal olaylardır; içsel tehlike ise klasik psikonevrozlardaki içsel çatışmalara benzer. Bu iki tehlikenin çarpışması, Freuda göre, dürtüsel bir çelişki yaratır ve bireyin uyarı kalkanını yıkarak nevrozun ortaya çıkmasına neden olur. Nitekim, 18 Şubat 1919’da Ernest Jones’a yazdığı bir mektupta da bu görüşünü şu sözlerle dile getirir: “Her aktarım nevrozu vakasının temelinde bir ‘travmatik nevroz’ keşfedilir.”

Freud’un savaş nevrozlarına ilişkin tartışmalarında cinsel dürtülerin rolü bir yer tutar, ancak bu konuda farklı bakış açıları ortaya konulmuştur. Örneğin, Ernest Jones, savaş nevrozları ile cinsel dürtüler arasında bir bağlantı olmadığını savunurken, Karl Abraham bu çatışmayı askerlerin barışçıl benlikleri ile yeni savaşçı kimlikleri arasındaki içsel bir gerilim olarak görür. Sándor Ferenczi ise, savaşın askerlerde uyandırdığı çocukluk çaresizliğine odaklanarak, travmanın kökeninin çocukluk deneyimlerinde yattığını öne sürer.

Freudun teorisindeki beşinci aşama, “Kurt Adam: Rüyanın Gerçekliği ve İlk Sahne” etrafında şekillenir ve bu vaka çalışması, travma klinikleriyle ilgilenenler için son derece önemli bir referans noktasıdır. Freud, burada fantezilerin gerçekliğine güçlü bir vurgu yapar: Kurt Adam’ın travması, rüyalarının etkisiyle oluşur. Bu vaka, fantezilerin gerçekliğini ve travmanın çocukluk nevrozlarındaki etkisini gösterir. Kurt Adam vakası, yetişkin travmatize hastalardaki travma sonrası stres belirtilerine benzerlik gösterir ve olayların statüsünü yeniden sorgulamak için önemli bir fırsat sunar. Bu durum, Fransız sosyolog Roger Bastidein şu sözünü hatırlatır: “Olay, insan için olay olan her şeydir.”

Freud, Kurt Adam vakasında meslektaşlarını, olayların doğruluğunu araştırma tuzağına düşmemeleri konusunda uyarır. Ona göre, terapistin görevi, hastanın içsel gerçekliğini kabul etmek ve anlamaktır. Tıpkı psikoz ve delüzyon alanında olduğu gibi, hastayı iyileştirmenin yolu, onun deneyimlerini saçma olarak reddetmek yerine, bu deneyimlerin ardındaki anlamı keşfetmeye çalışmaktır. Freudun Kurt Adam vakasında tartışmaya sunduğu önemli bir nokta, erken çocukluk dönemine ait sahnelerin, yani bu sahnelerin anılarının, mutlaka gerçek olayların birebir yansımaları olmadıklarıdır. Bu sahneler, hastanın hayal gücünün ürünü olabilir; ancak Freud, onları psişik gerçekliğin bir parçası olarak değerlendirir. Bu sahneler, hastanın arzularının sembolik temsilcileri olarak hizmet eder.

Travmatik nevrozları olan hastalarla çalışırken de bu yaklaşım klinikte oldukça değerli bir yöntem olabilir. Hastanın anlatısını her zaman onun bireysel yaşantısına göre ele almak gerekir; çünkü bu anlatılar, hayal gücüne dayalı olsa bile, hastanın iç dünyasının bir yansımasıdır. Bu yüzden, aynı olaya maruz kalan tüm mağdurların anlatıları ortak noktalar taşıyabilir, ancak her bireyin yaşantısına ve içsel dünyasına bağlı olarak farklılıklar gösterebilir.

Freudun teorisinde ilgimizi çeken son aşama, ölüm dürtüsü ve onun uzantıları etrafında şekillenir. Bu aşama, Freudun kızı Sophienin ölümünden derin bir şekilde etkilenmesiyle başlar; Freud, bu kaybı “imkansız bir yas” olarak tanımlar. 1920de yazdığı “Haz İlkesinin Ötesinde” eseri, bu derin kaybın etkisi altında kaleme alınmış ve klinik çalışmalarımız için büyük önem taşır. Bu yıllarda, Freud yaşam ve ölüm dürtüleri teorisini geliştirir. Bu teori, travma kliniklerinde yaşam dürtüsünün çöküşünü gözlemleme imkanı sunar. Ancak tekrarlama semptomları, hem yaşam hem de ölüm dürtüleriyle ilişkilidir. Tekrarlama davranışlarında, bir zihinsel faaliyet söz konusudur ve bu da yaşam dürtüsüyle yakından ilgilidir.

Haz İlkesinin Ötesinde adlı eserinde, Freud, travmanın ekonomik modelini geliştirir ve travmanın yarattığı aşırı uyarılmanın, psişik savunma mekanizmasını nasıl zorladığını açıklar ve psikolojik savunma mekanizmasının, travmatik bir olayla karşılaştığında nasıl delinebileceğini gösteren bir model sunar. Bu teori, iç ve dış gerçeklik arasında bir karmaşa yaratan, iç ve dış dünyayı birbirine karıştıran ve dissosiyatif semptomlara yol açan olaylarla ilgilidir. Bu semptomlar, bireyin yaşadığı şiddetli olayları tolere edebilmek için yaşadıklarını bölmesidir.

Freud, tekrarlama kavramını çocuk oyunlarıyla, özellikle Fort-Da oyunu ile ilişkilendirir. Bu oyun, tekrarlama ilkesinin işlevlerini ele alır. Freud, tekrarlamanın, acı ve ızdırabın tekrarını içerdiği halde, tatmin sağlayabileceğini öne sürer. Uyarılma taşkınlığının, yeni bir durumla karşılaşan bireyde yarattığı şoku ve şaşkınlığı açıklar. Dışsal gerçeklikte yeni olmayan olaylar bile, içsel olarak bir yenilik taşır ve bu nedenle travmatik olabilir. Freud, bu noktada yeni bir şeyin psişeye yabancı bir unsur olarak nasıl yerleştiğini ve kalıcı hale geldiğini inceler.

Freud, Ketlemeler, Semptom ve Kaygı” (Inhibition, Symptôme et Angoisse) adlı eserinde, travmanın, bireylerin zihinsel olarak bu olaylara hazırlıksız yakalandıklarında meydana geldiğini vurgular. Ancak bu zihinsel hazırlık, bilinçli bir hazırlık ile aynı şey değildir. Cepheye gönderilen askerler, daha önce savaşa katılmış olsalar bile, travmatik çöküşlerden korunamazlar. Travmanın belirleyici faktörleri öngörülebilirken, insan tepkileri her zaman öngörülemezdir. Kliniklerde, neden bazı bireylerin travmatik olaylara bu kadar şiddetli tepki verdiğini anlamaya çalışır, olayın şiddetini göz önünde bulundururuz. Yine bu eserde, Freud, 1313doğum travması üzerine düşüncelerini geliştirir. Otto Rankin çalışmalarından ilham alarak, doğumu insanın ilk kaygı deneyimi ve temel travması olarak kabul eder. Freud, doğumun bilinçli bir anı olarak kalmamasının, dil ve temsil eksikliğiyle ilgili olduğunu belirtir. Bu ilk kaygı, hayatın sonraki dönemlerinde her ayrılık ve nesnenin yokluğu durumunda yeniden etkinleşir. Travma kliniğinde, hastaların nesnenin yokluğu, anlamın yokluğu ve korunma eksikliği konularında yaşadığı şiddetli yalnızlık deneyimlerini dinleriz. Bu durum, çocukluk çaresizliğine geri dönüşle ilişkilidir.

Freud, doğum travmasının bireyi kaçınılmaz bir tehlikeyle yüzleşmeye zorladığını, bunun hem zararlı hem de tanıdık olduğu için bir tür fayda sağladığını belirtir. Terapi sürecinde hastalar, travmatik sahnenin ötesine geçerek diğer anıları da hatırlamaya başlarlar. Freud, doğum travmasının kaygısının, gelecekteki tüm ayrılık ve kaygı deneyimlerinin prototipi olduğunu, bu kaygının kastrasyon kaygısı ile de bağlantılı olarak tekrar ortaya çıkabileceğini öne sürer.

Freudun çalışmaları boyunca, düşüncelerini sürekli olarak sorgulaması ve geliştirmesi dikkat çeker. Her yeni düşünce, önceki görüşleri tamamen geçersiz kılmaz, aksine onları zenginleştirir. Freudun son aşamalarında yazdığı üç önemli eser, “Psikanalize Yeni Giriş Konferansları” (1933), “Sonsuz ve Bitmemiş Analiz” (1937) ve “Musa ve Tektanrıcılık” (1939), travmatik faktörleri sürekli olarak yeniden ele alır ve konumlandırır. Bu eserlerde, travmatik sabitlemeler ve büyük tarihsel olayların bireysel ve kolektif etkileri derinlemesine incelenir. Özellikle Musa ve Tektanrıcılık (1939) eserinde Freud, büyük tarihsel olayların bir halkın belleğinde bastırılabileceğini ve bu bastırılan travmaların daha sonraki kuşaklarda suçluluk ya da pişmanlık duygusu olarak yeniden ortaya çıkabileceğini öne sürer.

Yine bu eser, çağdaş çalışmalara önemli bir katkı sunar ve travmaları Tip 1 ve Tip 2 olarak sınıflandıran Anglo-Sakson literatürünün Fransız psiko-travmatoloji literatüründe de kabul görmesine zemin hazırlar. Tip 1 travmalar, ani ve güncel olaylardan kaynaklanır ve genellikle travma sonrası stres bozukluğuna yol açar. Buna karşılık, Tip 2 travmalar, tekrarlayan olayların bir sonucu olarak gelişir ve bireyin uyarılma eşiğinin aşındığı, yani pare-excitation’ın tükenmesine bağlı olarak, travma sonrası kronik patolojilere neden olur. Tip 2 travmalar, aynı zamanda çocukluk döneminde yaşanan travmaları da kapsar. Bu tür travmalarda, çocuklukta yaşanan olayların içsel gerçeklikte nasıl tekrarlandığını ve bu tekrarlamaların zaman içindeki etkilerini ayırt etmek büyük önem taşır. Freudun bu sınıflandırmalar üzerindeki etkisi, yalnızca psiko-travmatoloji literatürünü şekillendirmekle kalmamış, aynı zamanda travma sonrası patolojilerin daha iyi anlaşılmasına da katkıda bulunmuştur. Tip 1 ve Tip 2 travmalar arasındaki bu ayrım, klinik uygulamalarda tanı ve tedavi süreçlerine rehberlik eden önemli bir kavramsal çerçeve sunar.

Sunumumun sonuna yaklaşırken, travmanın kliniğine dair birkaç önemli noktayı hatırlatmak isterim. Travma kliniklerinde, travmanın dışsal şiddetin içsel çatışmalarla buluştuğu anlarda ortaya çıktığını gözlemleriz. Bu buluşma, öznenin içsel yapısındaki şiddeti açığa çıkarır ve travmatik etkinin yarattığı ani kopuş hissiyle sonuçlanır. Her ne kadar birey savaşlara, kötü muamelelere ya da güvensiz ortamlara alışkın olsa da, travma her zaman istisnadır ve her defasında yeni bir deneyimdir. Bir karşılaşma, kötü bir karşılaşmadır.

Travma, bireyin başa çıkamadığı şiddetli bir olaydır ve bu olay, psişik yapıda kalıcı patojenik etkiler bırakır. Freuda göre, travma, savunma mekanizmalarını devre dışı bırakarak bireyin ruhsal yapısında büyük bir düzensizliğe yol açar. Tedavi sürecinde de bu savunmaların yeniden inşa edilmesi kritik bir önem taşır. Freudun ekonomik modeli, travmanın bireyin uyarılma kapasitesini aşan ve işlenemeyen bir uyarı akışı olduğunu öne sürer. Bu, Freudun “uyarı kalkanının ihlali” dediği süreçle psişik sistemi çökertir. İçsel ve dışsal uyarılma karşı karşıya geldiğinde, psişik savunmalar yetersiz kalır ve bilinçdışında bastırılan ya da fark edilmeyen bir gerçeğin açığa çıkmasına neden olabilir. Dışsal uyarı, kişinin içinde ifade edilemeyen, bilinçdışında fark edilmeyen bir şeyi uyandırır ve bu içsel uyarılma akışı, dışsal uyarı ile birleşerek psişik kalkanı aşar. Freudun Travma, psişeye bir tür yabancı cismi ihlal yoluyla sokar” ifadesi, travmanın özündeki bu karşılaşmayı açıklar.

Sevdiğim bir yazar olan Adnan Houbballah bu konuda şöyle der: “Travmanın etkisi sadece kayıptan kaynaklanmaz, aynı zamanda şok, sürpriz ve gerçeğin Ben’e aracısız bir şekilde girip bir boşluk, bir delik açmasıyla ilgilidir.” Travma, temsil edilemeyen sürpriz anları yeniden canlandırır. Lacan’ın dile giriş travması bu sürece bir örnektir. Dil sayesinde anılar oluşturmaya başlarız; bu, bir öncesi ve sonrası olan bir dönemi işaret eder. Cinselliğin keşfi de benzer bir örnektir. Travmanın karmaşıklığı burada ortaya çıkar; ne kadar hazırlıklı olsak da, yaşadığımız olaylara hiçbir zaman tam anlamıyla hazır olamayız. Dış gerçeklikte hazırlıklı olsak bile, sürpriz etkisi, kişinin iç dünyasında  aynı şekilde yankılanır.

Lacan’ın dediği  gibi, “Gerçek, sembolize edilemeyendir.”¹³ Bu Gerçek, travmanın merkezinde yer alır ve bireyin kendini yeniden inşa etme sürecinde, dilin sınırlılıklarıyla ve bilinçdışındaki arzularla hesaplaşmasına neden olur. Travma, bilinçdışının dilini açığa çıkaran bir olaydır; bu dil, öznenin hakikatine ulaşmak için bir kapıdır. Travma Gerçekle karşılaşmadır ve Gerçek, sembolize edilemeyen, söze dökülemeyen bir olandır. Bir özne, Gerçekle arasındaki dayanak noktalarını kaybettiğinde, travmanın ortaya çıkışı kaçınılmaz olur.

Sunumumu, Freudun Psikanaliz Özetinde (1938) yaptığı şu önemli uyarıyla bitirmek istiyorum: Travmatik nevrozlar diye adlandırılan şeylerin bir istisna oluşturması ve çocukluk faktörleriyle olan ilişkilerinin bugüne kadar sorularımızdan kaçmış olması mümkündür. Bu yüzden çalışmaya devam etmemiz gerekiyor”. Zamanınızı ayırdığınız için teşekkür ederim.

Aleyna Paköz

¹ Laplanche ve Pontalis (1973), Metapsikolojiyi, Freudun geliştirdiği psikoloji kuramına teorik açıdan bakılması ile ortaya çıkan, amripik gerçeklikten az yada çok uzaklaşmış kavramsal bir topluluğu refere etmek için Freudun icat ettiği bir terim olarak tanımlarlar ve metapsikolojinin dinamik, topografik ve ekonomik olmak üzere üç bakış açısını içerdiğini ifade ederler.

² Psikanaliz, bu etkileri anlamak ve açıklamak için metapsikolojik bir çerçeve sunar; yani travmanın bireyin bilinçdışındaki yerini, bu etkinin nasıl işlendiğini ve bireyin içsel dünyasında nasıl yeniden yapılandığını inceler.

³ Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde (1920), çev. Ahmet Cemal, İstanbul: Metis Yayınları, s. 23.

⁴ Nachträglichkeit kavramı, Türkçe kaynaklarda sonradan anlamlandırma, sonradan etki olarak karşılık bulurken İngilizceye deferred action (ertelenmiş eylem) olarak; Fransızcaya ise après-coup olarak çevrilmiştir. Nachträglichkeit, geriye dönüklük (retroactivity) kavramına denk düşer; şimdiki olaylar geçmişte olanları sonradan (a posteriori) etkiler. Bu kavram, Freudun travma teorisinde, geçmişte yaşanan bir olayın etkilerinin ancak daha sonraki bir tarihte ortaya çıkması anlamına gelir.

⁵ Belki de bu durum, Freudun Charcot’nun “kuluçka dönemi” teorisinden uzaklaşmasına sebep olmuştur. Charcotnun aksine, Freuda göre travma, önceden belirlenmiş ya da kalıtsal bir potansiyel olarak var olmaz, travmatik etki ancak daha sonra yeniden anlamlandırmayla ortaya çıkar.

⁶ Otto Rank, doğum travmasını insanın ilk büyük travması olarak ele almış ve bu travmanın sonraki tüm ayrılık deneyimlerinin temelini oluşturduğunu savunmuştur. Freud da bir süre Rankin bu teorisini benimsemiş ve organizatör travmalar kavramını bu bağlamda kullanmıştır. Ancak Freud, 1926’dan sonra bu bakış açısını terk ederek travmaları daha çok psiko-seksüel gelişim ve bilinçdışı çatışmalarla ilişkilendirmiştir. Bu noktada travma artık doğrudan fiziksel bir olayın sonucu olmaktan çok, bireyin psiko-seksüel gelişimi sürecinde yaşanan bilinçdışı çatışmaların ve bu çatışmaların nasıl işlenip temsil edildiğinin bir sonucu olarak görülür.

⁷ Freud, S. (1918). Bir Çocukluk Nevrozunun Analizi: Kurt Adam Vaka Çalışması.

Transfer nevrozu, bireyin çocukluk dönemindeki bilinçdışı çatışmaların, özellikle cinsel dürtüler ve travmatik deneyimlerin, güncel ilişkilerine ve özellikle terapötik sürece aktarılmasıdır. Tedavide bu aktarım analiz edilerek çözümlenir. Aktüel nevroz ise bireyin mevcut yaşam koşullarında yaşadığı stresörlere, özellikle biyolojik ve fiziksel uyarıcılara tepki olarak ortaya çıkar. Çatışmaların kökeni çocukluk dönemine değil, şimdiki zamana dayanır.

⁹ Lacan, Jacques. Psikanalizin Dört Temel Kavramı: Freudun Öğretisi Üzerine, Seminer Kitap XI. Çev. Tuncay Birkan. İstanbul: Metis Yayınları, 2016

¹⁰ Après-coup, Freud’un travma teorisinde, geçmişte yaşanan bir olayın etkilerinin ancak daha sonraki bir tarihte ortaya çıkması anlamına gelir. Bu süreç, geçmişte yaşanan olayın yeniden anlamlandırılması ve bilinçdışı düzeyde etkilerinin hissedilmesi olarak tanımlanır.

¹¹ The Complete Letters of Sigmund Freud to Wilhelm Fliess, 1887-1904

¹² Freud, S. (1914). Hatırlama, Tekrarlama ve Derinlemesine Çalışma. Psikanaliz Üzerine (Çev. Adnan Cemgil).

¹³ Lacan, J. (2016). Dört Temel Kavram Üzerine Seminer (Çev. Tuncay Birkan). İstanbul: Metis Yayınları.