Histerik Yapıda Arzu Sorunları

Bu metin, histerik öznenin varoluşunun merkezinde yer alan temel bir soruna odaklanıyor: Arzu, kendini sürekli yeniden üreten, ancak asla tam anlamıyla doyuma ulaşamayan bir bir yapıya sahiptir. Buradaki sorun”, histerik öznenin arzuyu tatmine ulaştırmak yerine, onu Ötekinin eksikliğinin etrafında döndürme eğilimidir. Yani, histerik özne, arzusunu tatmin etme çabasından ziyade, onu bu eksiklik etrafında yapılandırarak sürekli bir tatminsizlik içinde var olmaktadır. Bu dinamik, arzunun doğasıyla ilgili soruları gündeme getirirken, histerik yapının temel özelliklerini anlamamız için de bize bir çerçeve sunuyor.

Bu bağlamda, Lacan’ın 1977 yılında yaptığı bir konuşmada sorduğu şu çarpıcı soru, histerik yapının bugünkü konumunu ve dönüşümünü anlamak için önemli bir tartışma alanı açar: Nereye kayboldular o eski histerikler, o harika kadınlar, Anna O, Emmy Von N? Sadece belirli bir rol, sosyal bir rol oynamakla kalmadılar, Freud onları dinlemeye başladığında psikanalizin doğmasını sağlayan da onlar oldu. Freudun tamamen yeni bir insan ilişkisi biçimini başlatması, onların dinlenmesiyle mümkün oldu. Peki, eski zamanların bu histerik semptomlarının yerini ne aldı? Histeri toplumsal alana mı kaydı?”1

Günümüzde histeri, çağdaş nörobilimlerin etkisiyle klinik sınıflandırmalardan silinmiş gibi görünse de, histeriğin bedeni hâlâ tıbbi bilgiyi sorgulamaya devam etmektedir. Lacan, histeriyi bir soru olarak ele alır: Kadın ya da erkek olmak ne demektir? Bu temel soru, toplumsal cinsiyet çalışmaları ışığında çağdaş bir yankı bulmuş ve histerik öznenin arzuyla ve Ötekinin arzusuyla kurduğu ilişkiye dair bir çerçeve sunmuştur. Bunun yanı sıra, histerik öznenin efendiyi sorgulama tarzı da dikkat çeker. Bu sorgulama tarzı, çağdaş feminist söylemlerde olduğu kadar, histerik semptomların bilimin bilgi alanındaki çatlaklara sızışında da kendini gösterir.

Bu metinde, bu sorunun izini sürerek, Freudun histeriye dair erken keşiflerinden başlayacak ve Lacan’ın yapısal teorilerine kadar bir yol izleyeceğiz. Kasabın Karısı’nın Rüyası” vakasını merkez alarak, histerik yapının Ötekinin arzusuna nasıl yerleştiğini, tatminin neden sürekli ertelendiğini ve histerik öznenin arzuyu diri tutmak için Ötekinin eksikliğiyle nasıl bir ilişki kurduğunu ele alacağız. Amacımız, histerik öznenin arzusunun sınırında nasıl durduğunu ve her defasında tatmine ulaşmadan bu süreci nasıl yeniden ürettiğini anlamaktır.

Freudun çalışmalarında histeri, bilinçdışının bedende dramatik bir tezahürü olarak belirir. Bedenin konuşması” olarak tanımlanan bu olgu, yalnızca tıbbi bir sorun olmaktan çıkar; tarih boyunca toplumsal ve kültürel söylemleri sarsan, fizyoloji, anatomi ve tıbbi bilginin sınırlarını zorlayan bir semptomatik alan yaratır. Histerik öznenin bedeni, bu bağlamda, yerleşik bilgiye karşı bir sorgulama alanı olarak karşımıza çıkar.

İlerleyen bölümlerinde ele alacağım Freudun Elisabeth von R. vakası, histerik semptomların doğasını anlamamız açısından bize önemli bir örnek sunar. Freud, Elisabethin semptomlarının yalnızca fiziksel bir rahatsızlık olmadığını, bastırılmış anılar ve bilinçdışı temsillerin izini taşıyan bir düşünce acısı” olduğunu keşfetmiştir. Bu bulgu, Freudun hipnozdan serbest çağrışım yöntemine geçmesine ve böylece psikanalitik pratiğin temellerini atmasına yol açmıştır. Histerik özne, bedenini bir ifade aracı olarak kullanır; semptomları, yaşanan kayıpların ve arzuların izlerini taşır ve bilinçdışından bir mesaj iletir. Bu mesaj ise arzu ve tatminsizlikle doludur.

Lacan’ın teorik çerçevesi ise, Freudun bulgularını daha derin bir yapısal düzlemde ele alarak histerik öznenin arzuyla olan ilişkisini irdeler. Lacana göre, nevrotik öznenin temel çıkmazı, Ötekinin arzusunda kendine bir yer arama çabasıdır. Histerik özne, Ötekinin arzusu karşısında kendi varoluşunu sorgularken, aynı zamanda eksik nesne olarak konumlanır. Bu süreç, öznenin temel fantezisiyle ilişkisini, ayrılma ve kayıp nesne deneyimleri üzerinden ele almasını gerektirir. Dolayısıyla, histerik yapıda arzunun sorunlarını anlamak, Freudun erken keşiflerine olduğu kadar Lacan’ın arzunun yapısal doğasına dair kavramsallaştırmalarına da dayanır.

Freud, “Histeri Üzerine Çalışmalar” eserinde, histerik vakaları “Hasta Hikayeleri” 2(Krankengeschichte) başlığı altında sunar. Bu terminolojik tercih, geleneksel psikiyatri anlayışında hastalığın öyküsüne odaklanılmasından farklı olarak, hastanın bireysel hikâyesine yönelen bir bakış açısını temsil eder. Freud, hastanın kişisel hikâyesine yoğunlaşmanın, tedavi edilen rahatsızlıkların altında yatan nedenleri anlamada belirleyici olduğunu fark eder. Burada önemli olan, Freudun psikiyatristlerin geleneksel yaklaşımından farklı olarak hastalığın öyküsünü sadece anamnez almak” yoluyla kurmaya çalışmadığıdır. Aksine, Freud hastanın kendi hikâyesini oluşturmasına olanak veren bir konuşma imkânı sunar. Bu yaklaşım, eserin “Epikriz” başlıklı sonuç kısmında, özellikle de Elisabeth von R. vakasının sonunda net bir şekilde vurgulanır. Freud, hastalığın tarihinden ziyade hastanın hikâyesinden daha fazla bilgi edinilebileceğini keşfeder; acının kendisinden çok, bu acının hastanın anlatısında nasıl şekillendiğini ve örgütlendiğini anlamaya yönelir. Böylece Freud, bu süreçte hastanın kendi bilinçdışına dair bilgi edinmesine  olanak verir.

Eserin giriş bölümünde, “Ön Bilgilendirme” (1892) başlığı altında Freud, bu önemli keşfini dile getirir: Histerik kişi, esasen hatıraların acısını çeker,3 yani geçmişin izlerini sürekli taşıyan bir ızdırap içindedir. Freud, bu belirleyici gözlemine, histerik bireyin acısındaki anıların ve bilinçdışı temsillerin rolünü eklerken, önemli bir not düşer: Duygudan arındırılmış bir hatırlama neredeyse her zaman tamamen etkisizdir. Hipnozdan vazgeçilmesinin sebeplerinden biri de budur. Freud, “her hastanın telkin edilememesi”4 meselesine dikkat çekerek, telkin yönteminin hastayı pasif bir durumda tutarak bilinçdışındaki çatışmaların ve duygusal yüklerin tam olarak ortaya çıkmasına engel olabileceğini belirtir. Bu nedenle, Freud psikanalitik çalışmada aktarıma yönelmiştir. Dolayısıyla, hipnozda kullanılan “telkin” yönteminin öneminin, psikanalitik çalışmada “aktarım”ın bir öncüsü olduğunu söylemek mümkündür. Freud, analiz seanslarında, hastanın hatıralarının bedensel ifadelerle—yani duruşlar ve belirli anlarla—bağlantılı olduğunu fark eder.  Bu nedenle beden, öznenin hikâyesinin hafızası olarak işlev görür.

Elisabeth von R. vakasına baktığımızda, Freudun onunla tanıştığı dönemde Elisabethin 24 yaşında olduğunu görüyoruz. Babasının vefatından önce ona uzun süre bakmış; annesi de ciddi bir göz ameliyatı geçirmiştir. Evli kız kardeşlerinden biri, doğum sonrası eski bir kalp rahatsızlığı nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Elisabeth, iki yıldır özellikle sağ uyluk bölgesinde şiddetli ağrılar ve parestezi (duyu bozukluğu) yaşamaktadır. Freud, organik bir rahatsızlık ihtimalini ve o dönemde sıkça konulan nevrasteni tanısını hızlıca göz ardı ederek histeri teşhisi koyar. Bu vaka, Freudun bilinçdışı temsillerin ve bastırılmış anıların bedensel semptomlarda nasıl ifade bulduğunu keşfetmesine güçlü bir katkı sunar.

Freud, Elisabethin dikkati bedensel acılardan çok, bu acılarla bağlantılı düşünceler ve duygulara yöneldiğini gözlemler. Ona göre Elisabethin asıl acısı fiziksel bir acıdan (Schmerz) ziyade, ruhsal bir acıdır (Leiden). Freud, bu acının kökenine ulaşmak için gömülü bir şehrin kazı tekniği” benzetmesini kullanarak, yüzeydeki anılardan daha derin katmanlara inmeye çalışır.5

Bu süreçte Elisabethin babasına olan güçlü bağı ve babasının onu bir oğul gibi konumlandırmasının, Elisabethin sürekli tekrarladığı “İleri gidemiyor – sie komme nicht von der Stelle” ifadesiyle bağlantılı olduğunu fark eder. Bu ifade, yalnızca yürüme güçlüğünü (abasi) değil, yerinden ayrılamama” hissini de yansıtmaktadır. Böylece, Elisabethin bedensel zayıflığı, bilinçdışı temsillerle derin bir anlam kazanır. Freud, Elisabethin acılarının kaynağını sorgularken ona Acılarınız nereden geliyor (Woher)?” sorusunu yöneltir. Bu soru, derinlerde gizlenmiş bir anının gün yüzüne çıkmasına yol açar. Freud, Elisabethin uyluk bölgesindeki ağrının, babasına yaptığı günlük bakımla bağlantılı olduğunu fark eder. Her sabah, babasının şişmiş bacağını dinlendirdiği ve bandajlarını değiştirdiği bu belirli yer (Stelle)” zamanla onun semptomlarına dönüşmüştür. Freud, bu anıyı bacakların konuşmaya başlaması” olarak tanımlar.

Freudun burada yaptığı keşif, bedenin bir dil gibi konuşarak bilinçdışı bağları ifşa etmesidir. Elisabethin bedeni, babasına duyduğu bilinçdışı ensest bağını ifade etmektedir; babasının bacağını kendi uyluğuna ruhsal olarak bağlayan bu gizli bağ, onun kendini yetersiz hissetmesine ve tek başına dimdik durmanın acısını” yaşamasına neden olur. Bu anlayış, Freudun histeri konusundaki kavrayışını devrimsel bir boyuta taşır ve Histeri Üzerine Çalışmalar”ın yayımlanmasından iki yıl sonra, 1896da somutlaşır. Freud, 6 Aralık 1896 tarihli bir mektubunda adım adım geliştirdiği bu teorilerini Fliesse aktarır ve histerinin yapısal boyutuna dair keşiflerini ifade eder. Bu keşif, dönemin hâkim psikiyatri ve psikoterapi yaklaşımlarından radikal bir ayrılmayı simgeler. Freud burada daha önceki çalışmalarında da kullandığı eylem” kavramını vurgular. Eylem, sözün yerine geçerek onun ikamesi olarak işlev görür. Freud bu bağlamda şöyle der:


Histerik nöbet bir boşalma değil, bir eylemdir ve her eylem özgün niteliğini korur: hazza ulaşmanın bir yolu olarak işlev görür. (En azından başlangıçta böyledir; daha sonra bilinç öncesi düzeyde başka nedenlerle de motive olabilir.) Örneğin, uykuda cinsel bir deneyim yaşamış olanlar, tekrar uyuyarak aynı şeyi yeniden yaşamak isterler; bu da sıklıkla histerik bayılmalara yol açar. Baş dönmesi nöbetleri, konvülsif ağlamalar—bunların hepsi bir başkasına atfedilir; ancak çoğu kez o tarih öncesi ve unutulmaz başkasına, sahnede daha sonra hiçbir gerçek kişi onun yerini alamaz.”6

Burada dikkat çekici bir nokta, Freudun bilinçdışı süreçlerde atfetme mantığı”na yaptığı vurgudur. Öznenin kendini Ötekinin hizmetine sunması, baştan çıkarıcının Öteki olduğu bir ilişki biçimini ortaya koyar. Ancak Freudun çalışmaları, bu baştan çıkarma sahnesinin gerçek bir olaydan ziyade, ruhsal bir konumlanışın ürünü olduğunu ortaya koyar. Elisabethin babasına karşı gösterdiği fedakârlık, bu hizmet etme pozisyonunun somut bir örneğidir. Ensest bağ nedeniyle, Elisabeth arzularını iki kayınbiraderine yöneltir. Bu yerden ayrılamama” şikâyeti, onun ensest dünyasından ve güvenli aile ortamından kopamama halini bize düşündürebilir. O dönemde Oppenheim, histerik nöbetlerin yoğun duygusal hareketlerin dışavurumu olduğunu savunuyordu. Ancak Freud için, histeri bir boşalma değil, Ötekine yöneltilmiş bir mesajdır.

Freudun bulguları, Lacan’ın teorik çerçevesinin gelişiminde temel bir etki yaratır. Lacan, Freudun bu keşiflerinden esinlenerek büyük Öteki” kavramını formüle eder ve histerik öznenin arzusunun, Ötekinin arzusuyla nasıl iç içe geçtiğini ortaya koyar. Lacan’ın ünlü ifadesi, Arzu, Ötekinin arzusudur,”7 histerik öznenin başkalarının arzularını benimseme eğilimini de açıklar. Yani, Lacana göre, histerik özne, kendi arzusunu Ötekinin arzusu üzerinden tanımlar; bu tanımlama süreci de, öznenin kendini anlamaya yönelik daha temel bir soruyu sürekli olarak gündemde tutar. Nevrotik yapının özünde yer alan bu temel soru, “Ben kimim?” sorusudur. Histerik özne, bu soruyu özellikle ilişkilerinde sürekli olarak gündeme getirir.

Bu sorgulama, çocuğun erken yaşlarda ebeveynlerinin arzularını anlamaya yönelik çabasında köklenir. Çocuk, Neden beni istediler?”, Benden ne bekliyorlar?”, Annemin gözünde nasıl bir yerim var?” gibi sorularla ebeveynlerinin arzusunda kendine bir yer arar. Ancak, ebeveynlerin tutumlarındaki belirsizlik ve değişkenlik nedeniyle bu soruların yanıtları hiçbir zaman netleşmez. Lacan, bu belirsizlikle başa çıkmak için çocuğun fantezi aracılığıyla kendi öznel yapısını inşa ettiğini öne sürer.

Lacana göre, histerik fantezinin temelinde, öznenin kendisini Ötekinin arzuladığı bir nesne olarak konumlandırma çabası yatar. Histerik özne, Ötekinin arzusunu anlamak, onun eksikliğini çözmek ve bu eksikliğin merkezine yerleşmek ister. Bu süreçte, özne, Ötekinin arzuladığı o nesne olma çabasına girer; böylece kendisini a nesnesi (objet petit a) olarak sabitler. Bu, histerik öznenin, Ötekinin arzusuna duyduğu bitmek bilmeyen merakıyla ilgilidir, çünkü Ötekinin arzusunu yönlendirmek onun temel hedefidir.

Burada a nesnesi kavramını açmak önemlidir. a nesnesi, arzunun nedeni haline gelen, eksikliğin bir temsili, aslında bir yok nesnedir. Somut bir şeyden ziyade, yapısal bir eksikliği ve geri döndürülemez bir kaybı temsil eder. İşte tam da bu kayıp, arzunun dinamiğini harekete geçirir ve Öteki ile ilişki kurmamızı sağlar. Arzu, bu eksikliğin etrafında döner; ancak eksiklik hiçbir zaman tamamlanamaz ve tatmin edilemez. Lacan, a nesnesini özne ile Öteki arasındaki ara alana, yani arzunun kesişim noktasına yerleştirir. Özne, bir şeyi ancak Ötekinin arzusunun tanınmasıyla arzulayabilir. Lacan’ın ünlü “Arzu, Ötekinin arzusudur” ifadesi de bu dinamiği özetler: Özne, Öteki arzuladığı sürece arzular.

Ancak burada asıl önemli olan, Ötekinin arzusunun hiçbir zaman tam olarak çözülememesidir. Özne, “Öteki benden ne istiyor?” ve “Öteki için ne ifade ediyorum?” sorularını sorar, ancak bu sorulara kesin bir yanıt bulamadığı sürece arzusu diri kalır. Bu belirsizlik, a nesnesini bir muamma olarak konumlandırır ve histerik öznenin Öteki ile ilişkisini şekillendirir. Ötekinin arzusu ne kadar eksik ve anlaşılmaz kalırsa, histerik özne de tatminsizlik döngüsünü o kadar sürdürür.

Ötekinin arzusuna yönelik bir pozisyon alırken histerik özne, kendini hem arzulanan hem de Ötekinin arzusunu sorgulayan bir figür olarak sunar. Böylece, histerik özne, arzulanan nesne rolünü üstlenerek Ötekinin arzusunu tetiklerken, kendini vazgeçilmez kılarak bu ilişkiyi yönlendirmeye çalışır. Lacan, histerik yapının bu karşıt dinamik üzerine kurulu olduğunu vurgular: Histerik özne, Ötekinin arzusunu diri tutmak adına kendisini arzu nesnesi olarak sunarken, aynı zamanda bu arzuya belirli bir mesafe koyar. Bu mesafe, öznenin arzunun basit bir nesnesi olmaktan kaçınmasını sağlar. Histerik özne, Ötekinin arzusunu harekete geçiren bir boşluk yaratır; böylelikle arzu nesnesi konumunda kalır, fakat aynı zamanda bu tatminsizlik pozisyonunu sürekli kılar.

Histerik öznenin konumlanışı tam da burada kritik bir boyut kazanır. Histerik özne, kendisini Ötekinin eksikliğini tamamlayacak bir nesne olarak kurgular; ancak bu eksikliği tam anlamıyla tatmin etmemek ya da nihai olarak karşılamamak yönünde bilinçdışı bir arzu taşır. Bruce Fink, histerik öznenin arzusunun, Öteki’nin arzusunun etrafında şekillendiğini ve histerik öznenin stratejisinin, Öteki’nin arzusunu tatminsiz tutmak olduğunu vurgular. Histerik özne, bu stratejiyi sürdürmek için partnerinin idealize edilmiş bir figür olmasını talep eder. Ancak partnerinin bu ideali gerçekleştirememesi, histerik özne için bir güç kaynağına dönüşür ve aynı zamanda varoluşsal kimlik arayışına dair bir yanıt sunar. Partnerin idealden sapması, histerik öznenin ‘Ötekinin arzusunu nasıl kontrol edebilirim?sorusuna dolaylı bir yanıt sunar ve onu, bu arzuyu yönlendirme kapasitesine sahip bir konumda tutar.

Bu dinamikte, Ötekinin arzusunun asla tam anlamıyla tatmin olmaması, histerik öznenin içsel sorgulama alanını ve varoluşsal çelişkilerini canlı tutar. Histerik özne, Ötekiyi eksik bir varlık olarak deneyimler ve kendisini, bu eksikliği tamamlayan ancak onu hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin etmeyen bir nesne olarak konumlandırır. Lacan, histerik öznenin bu karmaşık arzu ilişkisini “Ötekini hüküm altına alma” stratejisi olarak tanımlar. Histerik özne, arzulanan nesne pozisyonuna yerleşirken, Ötekinin arzusu üzerinde dolaylı bir hakimiyet kurmayı amaçlar; böylece tatminsizlik, ilişkinin merkezinde kalır ve arzu ile eksiklikten beslenen bir döngü yaratır. Colette Soler, histerik öznenin bu stratejisini şöyle ifade eder: Histerik özne, Ötekinin arzusunu tetiklerken kendini vazgeçilmez bir nesne olarak konumlandırır, ancak bu arzunun tatminini bilinçdışı bir biçimde sürekli erteler.”8

Bu bağlamda, Ötekinin arzusunu anlamaya çalışırken histerik özne, kendi bedeniyle de karmaşık ve çatışmalı bir ilişki geliştirir. Peki, histerik öznenin bedeni bu arzuyu nasıl taşır? Lacana göre, insan bedeni baştan beri Ötekinin arzularını temsil eden gösterenler tarafından erotize edilir ve bu süreç, bedenin organik işlevlerini doğal hallerinden saptırır. Örneğin, anoreksiya bu dönüşümü çarpıcı biçimde gözler önüne serer: Anoreksik kişi, yemek yeme eylemini yalnızca biyolojik bir ihtiyaç olarak değil, eksikliği ve arzuyu işaret eden bir alan olarak deneyimler. Hiçbir şey” yemek istemek, eksikliğe yer açarak arzunun ihtiyaçtan farklı bir boyut taşıdığını ortaya koyar. Bu örnek, konuşan varlık için organik işlevlerin biyolojik ihtiyaçların ötesine geçerek fantezilerle şekillendiği anlamına gelir.

Bu çerçevede, bedenin herhangi bir parçası bir cinsel organ gibi işlev görebilir ve bir haz kaynağına dönüşebilir; bu anlamda fetişizm, bu yapıya iyi bir örnek sunar.9 Aynı şekilde, bir organ, Freudun tanımladığı “nevrotik bozukluklar” kapsamında işlevinden sapabilir. Lacana göre burada önemli olan, organın öznenin anlamlandıramadığı bir jouissance etrafında kristalleşmesidir. Bu jouissance, özne için çözülmesi zor, anlaşılmaz bir hazdır ve histerik yapıda merkezi bir rol oynar.

Histerik özne, semptomlarını genellikle bir efendiye, yani baba gibi algıladığı bir figüre sunar ve ondan bu semptomların anlamını açıklamasını ister. Bu noktada histerik, bedenini yalnızca tıbbi bilginin nesnesi olarak değil, Ötekinin arzusu ve talebi doğrultusunda şekillenen bir bilgi kaynağı olarak öne çıkarır. Tıbbi bilgiyi reddederek, semptomları aracılığıyla insan varlığının fizyolojik süreçlerinin, Ötekinin arzu ve talepleriyle nasıl bozulabileceğini sergiler ve bu bilgiyi eleştirel bir yaklaşımla sorgular. Histerik kişi, bu yapısal yabancılaşmayı—yani arzulayan bir özne olarak Ötekiye bağımlılığını—semptomları aracılığıyla ifşa eder ve arzunun bedeni dil ile örülen bu problematik bağını görünür kılar.

Bu noktada, histerik öznenin fantezisi devreye girer. Histerik özne, babayı baştan çıkarıcı bir figür olarak sahneye yerleştirir ve ona sembolik düzenin, yani dilin etkisini atfeder. Bu fantezi, anlamsız olana anlam kazandırma çabasının ürünüdür ve öznenin kendi arzusunu anlamlandırma girişimini temsil eder. Lacan, bu kurgunun histerik öznenin travmayla olan ilişkisini yeniden yapılandırarak babaya sembolik bir anlam yüklediğini vurgular: Histerik özne, Ötekinin arzusunun ne olduğunu anlama çabasında, anlamın ötesindeki bir arzu nesnesine işaret eder”10 Bu arayış, histerik öznenin arzunun kaynağını çözme çabasıyla anlamın ötesine geçerek arzunun kendisini ve onun tatminsizlik dinamiğini açığa vurur.

Bu anlam yükleme süreci, arzu ve travmanın iç içe geçtiği karmaşık bir örüntüyü ifade eder. Histerik özne, babaya, dilin etkisiyle oluşmuş yapısal bir anlam atfeder; burada baba, hem arzunun hem de yasakların taşıyıcısıdır. Ancak bu anlamlandırma, sadece Ötekinin arzusunun gizemini çözme arayışıyla sınırlı kalmaz. Histerik özne, babasal özellikler taşıyan bir partneri fantezisinin sahnesine davet ettiğinde, bu partneri baştan çıkarıcı pozisyondan düşürerek arzu oyununu tersine çevirmeye çalışır. Böylelikle, Ötekinin arzusu üzerinde bir hakimiyet kurar ve bu kontrol aracılığıyla kendi tatminsizliğini sürdürür.

Kadın olmanın da anlamını sorgulayan histerik özne, bu soruyu fallik anlam sınırlarına kadar zorlar ve sınırın ötesinde arzunun tatminsizliğini vurgular. Örneğin, histerik özne, babasal bir niteliğe sahip bir partnerini, ona kadın olmanın” ne anlama geldiğini ifade etmesi için davet ettiğinde, kadının varlığının fallik anlamla tanımlanma çabalarının başarısızlığını sonuna kadar destekler. Yani, bir babanın sağlayabileceği herhangi bir anlamdan türeyen tanımlamanın yetersizliğini vurgular. Bu tutumuyla, sorusunun babanın bilgisini sınırlayan fallik sınırla karşılaştığında öncelikle bir jouissance’ı hedeflediğini gösterir; bu, Lacan’ın “Öteki jouissance” olarak adlandırdığı, tüm simgeleştirme çabalarına direnen ve fallik olmayan bir jouissance’tır. Histerik özne, bu anlamda, öznenin bölünmüşlüğünü ve baskın söylemin anlamlandıramadığı, anlam dışı bir jouissance’ı ifade eden bir sözcü haline gelir.

Dişil jouissance’ın, fallik düzene tam olarak dahil olmayan ve simgeleştirilemeyen özellikleriyle ötekileştirilmeyi gerektirmemesi burada kritik bir husustur. İşte bu noktada Lacan’ın pas-tout kavramı devreye girer. Pas-tout, tamamen olmayan” ya da bütün olarak dahil olmayan” anlamına gelir ve dişil jouissance’ın, fallik anlamın dışında bir yer tuttuğunu ifade eder. Bu özellik, dişil jouissance’ın tamamen dışlanması ya da “öteki”leştirilmesi anlamına gelmez; aksine, onun hepsi-fallik olmayan bir alanı temsil ettiğini ortaya koyar. Histerik özne, dişil jouissance’ı ötekileştirmeden kabul etme kapasitesi sayesinde toplumsal yapıdaki fallik anlam sistemine meydan okur. Böylece, histerik özne için bu durum, “öteki” olarak dışlanmasını engelleyen bir işlev görür. Dişil jouissance bir fazlalık değil, hepsi-fallik olmayan bir alanın ifadesidir.

Aynı zamanda, Ötekinin arzusunu etkisiz kılma arayışıyla kendi arzusunu askıya alır, tatminsizliği diri tutar. Bu tatminsizlik, özneye kendi arzu nesnesi olarak işlev görme fırsatı verir ve histerik öznenin, Ötekinin eksikliği etrafında konumunu tanımlamasını sağlar. Bu durum, onun arzu ve tatminsizlik döngüsünde sıkışmasına yol açar. Başka bir deyişle, histerik özne fallik olanı aşmaya çalışırken aynı anda fallik olmayan bir alanın sınırlarını da zorlamış olur.

Lacan bunu, histerik öznenin “üzerinde egemenlik kurabileceği bir efendi aradığını” söyleyerek özetler. Histerik özne, bir efendi figürüne seslenir, taleplerini sunar; ancak bu efendiye boyun eğmez ve efendi-köle ilişkisini kabul etmez. Tam tersine, bu ilişkiyi alt üst eder. Histerik özne, efendiye bilgiyi doğrudan vermez; onun yerine, bilginin üretilmesini sağlar. Bu noktada histerik, bilgi veren değil, bilgi ürettiren konumundadır. Klinik pratikte bu, Benim neyim var?” şeklindeki ısrarlı taleple kendini gösterir. Bu talep, Ötekiyi bir cevap vermeye zorlar; fakat verilen her cevap histerik özne için tatminsizliği besler, yeni sorular ve talepler doğurur. Lacan, histerik öznenin bu yapısını açıklamak için ona arzulatan” adını verir; histerik özne, Ötekiyi harekete geçiren ve onda yardım etme arzusu uyandıran kişidir. Ancak paradoksal olarak, histerik öznenin asıl arzusu bu yardımı almak değil, tatminsizliği sürdürebilmektir. Bu yüzden Benim neyim var?” sorusu analitik çalışmada doğrudan yanıtlanmaz. Analistin görevi, yardım arayışında olan özneyi kendi bilinçdışı bilgisinin sorumluluğunu almaya ve bu bilgiyi kendisinin üretmesine yönlendirmektir.

Histerik özne, efendiyi kendine hizmet ettirirken onun yerine geçme arzusunda değildir. Lacan’ın belirttiği gibi, “Histerik kişi efendiyi kullanır, ancak asla onun konumunu benimsemez.11 Bazen histerik özne, babasal bir figürün işlevini daha iyi yerine getirebilmek için geçici olarak efendi rolünü üstlenir evet; ancak bu rol üstlenme, arzu ve jouissance arasındaki yapısal çatışmayı asla tam anlamıyla çözemez. Böylelikle, histerik öznenin bu çelişkili duruşu, arzunun hem reddi hem de yeniden inşası olarak kendini gösterir. Jacques-Alain Miller’ın da dediği gibi, “Histerik, kendisine hitap edebileceği, ancak talebini tatmin edemeyecek bir efendi arar.12

Bu mücadele, histerik özneye hiçbir zaman tam anlamıyla bir tatmin sağlamaz. Efendinin söylemi, histerik öznenin varoluşsal acısını bilgiye dönüştürecek kadar yeterli değildir ve bilinçdışı da dürtüyü tamamen simgeleştiremez. Her zaman simgeleştirilemeyen bir kalıntı, kısmi nesneler” olarak adlandırılan izler kalır ve bu yapısal gerçek, histerik öznenin semptomları aracılığıyla kendini açığa vurur. Lacan, histerik öznenin bedenini başkasının hazzına sunmayı bilinçdışı bir şekilde reddettiğini ve bunu bir tür bedenin grevi” olarak tanımladığını söyler. Bu grev, histerik soğukluk ya da frijidite olarak ortaya çıkar; histerik özne, bedenini bir aşığın hizmetine sunmayı bilinçdışı bir direnişle reddederek, kendi tatminsizliğini devam ettirir.

Gördüğümüz gibi, histerik semptomlar, biyolojik ve tıbbi normlara meydan okuyarak öznenin adeta kendi anatomisini yaratır ve yerleşik fizyolojik bilgilere karşı çıkar. Freudun dönüşüm” (konversiyon) semptomu olarak tanımladığı bu süreçte beden, bilinçdışı bir arzunun yarattığı çatışmanın sahnesi haline gelir; bedensel ifadeler bir söylem olarak Ötekine bilmece niteliğinde sunulur. Histerik özne, bedenini başkasının hazzına sunmak yerine, Ötekinin arzusunu sorgulamak ve arzulanan nesne olarak konumunu korumak amacıyla bir mesafe yaratır. Ötekinin arzusunu tatmin etmeyi reddederek kendi tatminini de bilinçdışı olarak askıya alır. Lacan’ın histerik öznenin tatminsiz bir arzuya sahip olması” olarak tanımladığı durum da tam olarak budur: Arzu, her zaman eksik kalan, asla tam anlamıyla tatmin edilmeyen ve bu tatminsizlikten sürekli beslenen bir yapıya sahiptir.

Bu tatminsizlik ve mesafe, histerik özdeşleşimle birleşerek arzu ve kimlik çatışmasının merkezine yerleşir. Dönüşüm semptomlarının ötesinde, histerik özne arzusunu tatminsizlik içinde tutarak kendine özgü bir haz yaratır. Freudun Kasabın Karısı” vakasında görüldüğü gibi, histerik yapı dönüşüm semptomlarına her zaman ihtiyaç duymaz; öznenin kendi arzusu, kadınlık ve cinsiyetler arası ilişkilerdeki karmaşık konumunu sorgulayan bir yapıdadır.

Lacana göre, histerik özne aynı zamanda erkek rolünü oynar” ve bir erkeğin davranışını taklit ederek idealize edilmiş bir erkeklik modeli inşa eder. Histerik kişi, partnerine bu ideali dayatır; partner bu beklentiyi karşılayamadığında ise onun yetersizliğini vurgular, onu reddeder ya da tabiri caizse, kendisinin pantolonu daha iyi giydiğini” gösterir. Bu dinamik, histerik tatminsizliğin temelini oluşturur. Freudun Kasabın Karısı” vakası, histerik arzu ve tatminsizlik stratejisinin bu işleyişini açığa çıkaran çarpıcı bir örnektir.

Freud, bu vakadan Düşlerin Yorumu eserinde, Rüyalarda Çarpıtma”13 başlıklı bölümde bahseder. Lacan ise, Tedavinin Yönü ve Gücünün İlkeleri”14 adlı makalesinde bu rüyaya geri dönerek histerik yapının dinamiklerini inceler. Lacana göre, histerik özne, arzusunun tatminini sürekli erteler ve bu tatminsizlik stratejisi üzerinden Ötekinin arzusunu kontrol etme çabası içine girer. Bu çarpıcı rüya, hem Freudun histerik özdeşleşim ve arzuya dair açıklamalarını hem de Lacan’ın histerik yapıyı çözümleme girişimlerini anlamak için temel bir çerçeve sunar.

Freud, bu eserinde, rüyaların arzunun (Wunsch) doyurulmasına hizmet eden bir işlev taşıdığı tezini detaylandırır. Bu bağlamda, Kasabın Karısı” olarak bilinen rüya, kitabın ilgili bölümünde histerik özdeşleşim (identification), arzu ve tatmin kavramları çerçevesinde ele alınır. Freuda göre, rüyalar bilinçdışına ulaşmanın kral yolları” olarak görülür ve doğrudan bastırılmış arzularla ilişkilidir. Rüyaların bir arzunun tatminine hizmet ettiği varsayımını öne sürer. Ancak, Freudun Kasabın Karısı” olarak isimlendirdiği hastası, bu teze karşı çıkar ve Rüyalarınızın her zaman arzuların doyurulması olduğunu söylüyordunuz, ama işte arzularımdan birinin doyurulmadığı bir rüya,” diyerek, rüyasını şu şekilde anlatır:

Akşam yemeği için bir parti vermek istedim ama evde bir parça  tütsülenmiş somon balığından başka bir şey yoktu. Dışarı çıkıp bir şeyler almayı düşündüm ama günlerden Pazar ve bütün dükkanların kapalı olduğunu anımsadım. Bunun üzerine yemek satan birkaç yeri aramaya başladım ama telefonlar arızalıydı. Sonuçta parti verme arzumdan vazgeçmek zorunda kaldım. (Freud, 1900, s. 174)

Freud, bu rüyanın yüzeyde bir arzunun tatminsizliği gibi görünmesine rağmen, onun asıl kaynağını bir gün önce yaşanan olaylarda aramak gerektiğini belirtir. Hastanın hatırladıkları ise bu yorumu destekler niteliktedir: Öncesinde kocası, fazla kilo aldığını fark etmiş ve diyet yapmaya karar verdiğini açıklamıştır. Bu karar doğrultusunda, karısının yemek davetleri düzenlemekten kaçınmasını istemiştir.

Freudun yönlendirmesiyle hatırlanan bir başka olay, kocasının sürekli övgüyle bahsettiği ve bu nedenle hastada kıskançlık uyandıran bir kadın arkadaşının ziyaretidir. Hasta, bu kadının zayıf olduğunu, bu nedenle kocasının ilgisini çekemeyeceğini belirtmiştir; çünkü kocası, kendisi gibi dolgun kadınları tercih etmektedir. Ayrıca, görüşmeleri sırasında arkadaşı kilo alma arzusunu dile getirip, onları ne zaman yemeğe davet edeceğini de sormuştur.

Freud, bu rüyayı analiz ederken yüzeyde doyurulmayan bir arzunun aslında başka bir arzunun tatmini anlamına gelebileceğini belirtir. Hastanın rüyasında akşam yemeği davetinin engellenmesi, bilinçdışında başka bir arzunun, yani kocasının ilgisini kıskandığı arkadaşından uzak tutma isteğinin tatminine işaret eder. Freuda göre hasta, bilinçdışında Arkadaşımı evime davet edersem, o da kilo alır ve kocamın ilgisini daha fazla çeker; bu yüzden böyle bir davet vermemeliyim” düşüncesine sahiptir.

Freudun bu yorumu, başka bir kadının kocasının dikkatini çekmeye başlamasıyla hastanın arzunun nesnesine dönüşme çabası içinde olduğunu vurgular. Başka bir deyişle, kocasının arzusunun nesnesi olarak konumlanan nesneyi anlamaya ve o nesneye dönüşmeye çalışır. Böylece, kasabın karısı” olarak bilinen hasta, kocasının arzusunun nesnesi olan şeye dönüşmek istemektedir. Bu bağlamda, Lacan’ın fallus” olarak tanımladığı “Ötekinin arzusunun göstereni” haline gelme arzusu burada belirginleşir. Lacan için bu durum öznenin yapısal bir gerçeğidir: öznenin arzusunu, Ötekinin onu arzulaması yönlendirir ve dolayısıyla özne, Ötekinin arzusunun göstereni olan fallus olmayı arzular.15

Rüyada öne çıkan bir diğer önemli detay, yemek davetindeki tütsülenmiş somon balığıdır. Freud, hastaya somon balığının rüyada neden yer aldığını sorduğunda, hastanın verdiği yanıt bu ayrıntının anlamını açığa çıkarır: Tütsülenmiş somon, arkadaşının en sevdiği yemektir. Ancak bu kadın, somonu çok sevdiği halde yememeyi tercih eder. Kadın, sürekli somondan bahseder, onun ne kadar güzel olduğunu vurgular, ancak iş yemeye geldiğinde bundan kaçınır. Bu strateji, bilinçdışı bir arzu dinamiğine işaret eder: Kadın, somonu yemeyerek arzusunu tatmin etmeyi reddeder ve bu eksiklik sayesinde arzusunu canlı tutar. Bu detay, hastanın rüyasında bilinçdışı bir şekilde kendisini arkadaşının yerine koymuş olabileceğini düşündürür. Çünkü bu arkadaş, hastanın gözünde kocasının ilgisini çekerek onun yerini almıştır. Hastanın rüyadaki bu özdeşleşimi, arkadaşının kocası üzerindeki etkisini geri alıp kendi konumunu yeniden sağlamlaştırma arzusuna işaret eder.

Bu bağlamda, tütsülenmiş somon balığı rüyada arzunun bir göstereni haline gelir. Bir gösteren olarak somon, hem eksikliği hem de arzuyu görünür kılar ve Lacan’ın teorisindeki fallusun işlevini devralır. Lacana göre, histerik özne, eksikliğin peşinde arzuyu sürdürür ve bu süreçte fallus göstereni ile özdeşleşir. Kasabın karısı, rüyasında tütsülenmiş somon balığıyla özdeşleşerek, fallusla ve dolayısıyla eksiklikle özdeşleşir. Ancak bu özdeşleşim tatminle değil, eksikliğin sürekliliği ile sonuçlanır. Çünkü fallus, Lacan’ın belirttiği gibi, eksikliğin, yokluğun gösterenidir ve bu eksiklik hiçbir zaman tamamlanamaz. Fallusun işlevi, eksikliği görünür hale getirerek arzuyu bu eksiklik etrafında örgütlemektir. Bu bağlamda somon balığı, sembolik düzeyde bir özdeşleşme ile işlev kazanır; kadın, somon göstereniyle özdeşleşerek rüyasında hem tatminsiz kalır hem de eksikliğin dinamiğini sürdürür. Bu nedenle, histerik özne bilinçdışı düzeyde fallusla özdeşleşir.

Lacan, histeriklerin bu özdeşleşme yeteneği nedeniyle eksiklik ve arzunun izini sürmekte olağanüstü bir beceri geliştirdiklerini belirtir. Histerik özne, eksikliğin varlığını fark eder, onu temsil eden gösterenleri hızla tanır ve bu gösterenlerle özdeşleşir. Histerik özne, Lacan’ın teorisinde, a nesnesi konumunda kalmayı başarabilmek için sürekli olarak bir fallus göstereni arar ve ona yerleşir. Bu süreç, öznenin eksiklikle olan bağını ve arzusunun canlı kalmasını mümkün kılar.

Hastanın arzusuyla ilgili dikkate değer bir başka nokta da, uzun süredir her sabah kocasına havyarlı sandviç yemek istediğini dile getirmesidir. Ancak, kocası her defasında havyarın pahalı olduğunu söyleyerek bu talebi kararlılıkla geri çevirmektedir. Aynı zamanda hasta, tıpkı kadın arkadaşının tütsülenmiş somonla ilgili stratejisi gibi, havyarı istediğini ifade etmesine rağmen bu isteğin gerçekleşmesini engelleyen bir tutum sergiler. Havyarı çok seviyorum ama kocam almasın istiyorum,” gibi ifadelerle bu stratejiyi açıkça ortaya koyar. Bu durum, kasabın karısının eksiklik ve tatminsizlikle ilişkilendirdiği bir arzu düzeni içinde hareket ettiğini göstermektedir. Havyar, bu bağlamda tatminsiz bir arzunun sembolü haline gelir.

Burada, hastanın bilinçdışı bir strateji izleyerek, kocasının kendisine havyarı alma arzusunu uyandırdığı, ancak bu arzunun tatmin edilmesine izin vermeyerek kocasının arzusunu canlı tuttuğu düşünülmektedir. Yani, hastanın kocasıyla kurduğu ilişki, doyurulmamış bir arzunun, arzu nesnesi haline gelmesi etrafında şekillenmektedir. Hastanın bu tutumu, kocasının gözünde eksiklik hissini sürdürmek ve bu eksiklik üzerinden arzu nesnesi konumunu koruma amacını taşımaktadır. Kocasına havyar yeme arzusunu sık sık hatırlatarak, bu arzuyu diri tutar; fakat havyarın gerçekten alınmasına müsaade etmez. Bu şekilde, kocasında bir eksiklik oluşturur, bu eksikliğin tatmin edilmesini engelleyerek, kendi arzulanan nesne konumunu sürdürebilir. Colette Soler, bu dinamiği “Histerik özne, Öteki’nin arzusunu canlı tutmak için kendi arzusunu feda eder”16 şeklinde ifade eder.

Bu vaka örneğinde açıkça görülmektedir ki, histerik, arzusunun tatminini aramamaktadır. Aksine, histeriğin odağı Ötekidir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, histeriğin varlığı Ötekine, Ötekindeki belirli bir eksikliğe ya da güçsüzlüğe dayanmaktadır. Bu sebeple, histerik bilinçdışı bir şekilde Ötekinin eksiği olmayı arzular ya da Ötekinin arzusu olan gösteren olmayı arzular. Bu durumda, histerik öznenin arzu nesnesi olarak konumlanışı, onun öznel yapısının ve kimlik inşasının temel bir parçasıdır. Başka bir açıdan bakıldığında, histerik kadının tatmin edilmemiş arzusu, ona eksik, her şeye sahip olmayan bir Ötekiyi temsil etme imkânı da verir. Eğer Öteki tam ve eksiksiz olsaydı, histerik birey onun karşısında özne olarak var olamazdı. Bu durum, Ötekideki eksikliğin, yani kastrasyonun gerekliliği meselesini gündeme getirir. Bu eksiklik, öznenin arzu duymasını mümkün kılar; Öteki eksik olduğunda, özne de bir şeyler arzulayabilir.

Histerik özne, bilinçdışında Ötekinin jouissance’ını engelleme veya onu etkisiz hale getirme arzusu taşır. Öteki ile olan ilişkisini ani kopuşlarla kesintiye uğratarak, Öteki için ulaşılmaz bir nesne haline gelir. Bu noktada, histerik özne bir yandan arzunun kaynağı olmayı isterken, diğer yandan Ötekinin tatmin bulduğu bir nesne olmayı reddeder. Bu dinamik, histerik öznenin arzusunun merkezinde yatar: arzulanabilir olmak, fakat tatmin sağlayan bir nesneye dönüşmemek. Bu bağlamda, histerik özne, daha önce gördüğümüz gibi, Lacan’ın tanımıyla fallus” olmayı arzular; yani Ötekinin eksikliği, ulaşamadığı ama sürekli aradığı bir nesne konumuna gelmek ister. Öteki, bu eksiklikten ötürü tam bir bütünlük içinde değildir; arzuya dayalı yapısal bir eksiklik taşır. Lacan, bu eksikliği anlamlandırıcı bir gösteren olarak adlandırır ve fallus, Ötekinin arzusunun temel işaretidir. Bu noktada, histerik öznenin, hem arzunun kaynağı hem de eksikliği temsil eden bir nesne olma çabasının nasıl bir içsel çatışmaya yol açtığını incelemek önemlidir. Histerik özne, hem kendisini arzulanan nesne olarak konumlandırırken hem de Ötekinin arzusunu sorgulayan bir özne olma çabası içindedir.

Bu nedenle, histerik özne için asıl mesele, Öteki için fallus olarak işlev görebilmektir; yani, Ötekinin arzusu karşısında o eksikliği temsil eden nesne olmaktır. Fallus, Öteki tarafından sahip olunmayan, ancak arzuyu sürdüren bir eksikliği simgeler. Lacana göre, histerik kadının pozisyonu, maskeyi takarak bu maskenin ardında fallus olmak” şeklindedir. Böylece histerik özne, kendisini Ötekinin eksikliğini tamamlayacak ama asla tam anlamıyla erişilemeyecek bir konumda tutarak, arzu sürecini canlı tutar.

Freud, yine bu eserinde, histerik özdeşleşim aracılığıyla semptomun bilinçdışı arzunun maskesi haline geldiğini vurgular. Bu analiz, Lacan’ı Bilinçdışının Yapıları adlı seminerinde arzu ve talep diyalektiğini sorgulamaya yöneltir: Bu hasta kocasına çok bağlı, ne istiyor? Sevgi istiyor ve histerikler de herkes gibi sevgi isterler, ancak bu istek onlarda daha karmaşık bir hal alır. Peki, ne arzuluyor? Havyar arzuluyor. […] Peki, ne istiyor? Havyar verilmemesini istiyor.” Başka bir deyişle, havyar arzusu tatmin edilmemiş bir arzunun metaforudur. Neden tatmin edilmemiş bir arzu? Lacan şu yanıtı verir: Bir histerik, tatmin edici bir aşk ilişkisini sürdürebilmek için […] başka bir şeyi arzulaması gerekir” ve tabii ki, bu başka şeyin de tatminsizlik işlevini yerine getirmesi gerekir.

Lacan, arzuyu, ihtiyaçların tatmininden sonra talebin geride bıraktığı şey olarak tanımlar. Eğer bir besin ihtiyacını karşılayan bir nesne talebe yanıt verirse, ihtiyaç tatmininden öteye bir şey kalmaz. Dolayısıyla, histerik bireyin arzusu büyük ölçüde Öteki’nin arzusundan oluşur. Lacan, daha sonra bu gözlemi genelleyerek, arzunun yapısının histerik arzuyla belirli bir benzerlik taşıdığını belirtir. Onun için, histeri insanın temel yapısını anlamak için bir anahtardır. Bu noktada, histerik öznenin arzu dinamiklerini anlamak, bireyin hem kendine hem de Ötekiye karşı tutumunu derinlemesine incelemeyi gerektirir.

Dolayısıyla, Lacan, bu rüyanın aslında arzunun bir metaforu olduğunu belirtir ve histeriğin arzusunun tatminsiz bir arzuya yönelik olduğunu söyler. Metafor, bir gösterenin bir başka gösterenle yer değiştirmesi, ikame edilmesi anlamına gelmektedir. Örneğin, arkadaşının tütsülenmiş somona olan arzusu, hastanın havyara olan arzusunun yerine geçmiştir; bir gösteren başka bir gösterenin yerini almıştır; ikame edilmiştir. Lacan bu durumu hastanın tatminsiz arzuya olan arzusunun, havyara olan arzuyla gösterildiği şeklinde yorumlamıştır.

Histerik özne her zaman Öteki’nin arzusuyla ilgilidir ve o arzuya dair merak duyar. Öteki’nin arzusunu tahmin etmeye ve Öteki’nin arzuladığı o belirli nesne, arzulanan, olmaya çalışır. Bir başka ifadeyle, histerik özne, arzulanan bir nesne olabilmek için arzu nesnesiyle özdeşleşir. Anlaşıldığı üzere, histerik özne, Öteki’nin arzulananı ya da Öteki’nin eksiği olma durumunu sürdürebilmek için arzunun tatmin olmaması şartını ister. Yani, arzulanan ama doyurulmamış/tatmin edilmemiş bir arzuya sahip olmak, histerik öznenin varlığını devam ettirmesini sağlar ve Öteki’ndeki arzulanan konumunu muhafaza eder.

Lacan, talep ve arzu arasında yaptığı ayrımla, özdeşleşme konusuna dair daha derin bir perspektif sunar. Kasabın Karısı’nın Rüyası örneğinde, kadın, kocasıyla ilişkisinin sorunsuz görünmesine rağmen, onun içinde tatmin edilmemiş bir arzunun izlerini arar. “Her şey tatmin edilmiş olsa dahi, yine de içinde bir eksiklik duymayacak mıdır? […] Bir adam, başka bir kadını nasıl sevebilir ve bundan memnun kalmaz?” Bu sorgulama, Lacan’ın Tedavinin Yönü metninde ortaya koyduğu histerik özdeşleşmenin temelidir. Kasabın karısı, bu rüyasında arkadaşından çok, “Kadın nedir?” sorusuna özdeşleşmektedir. Lacan, bu histerik özdeşleşmeyi bir erkekle özdeşleşme olarak tanımlar. 1969 tarihli Bir Ötekinden Diğerine seminerinde “Histerik, erkek rolünü oynar” derken, histerik kişinin kadının ne olduğunu, bir erkeğin konumunu alarak sorguladığını belirtir. Böylece, histerik yapı, kendi varoluşunu, arzunun Ötekine duyulan derin bir merak içinde kurar ve arzusunu bu çelişkili pozisyonda şekillendirir.

Klinik gözlemler, histerik yapının arzusunun Ötekinin arzusuna bağlı olduğunu ortaya koyar. Histerik kişi, Ötekindeki eksikliği hedef alır ve kendini Ötekinin varsaydığı eksikliği gidermeye adamaya yönelir; bu uğurda kendi arzusundan feragat etmeye dahi hazırdır. Histerik özne, Ötekinin arzusundaki ve varoluşundaki eksikliğe odaklanarak, kendisini Ötekinin eksikliğini dolduracak bir fazla-jouissance (artı-haz) nesnesi olarak sunmayı önerir. Ancak bu sunum karşılıksız değildir; histerik kişinin beklediği karşılık, tam anlamıyla gerçek” bir aşktır—fedakârlıkla kendini adamayı ifade eden bir aşk. Lacan’ın ifadesiyle, bu aşk sürekli fethedilmesi gereken bir nitelik taşımalı ve bir keşfe davet etmelidir; bir ihtiyaç nesnesi değil, tam anlamıyla arzu nesnesi olmalı, yaşamı diri tutmalıdır. Bir ihtiyaç nesnesi değil, arzu nesnesi olmalıdır; her zaman arzulayacak bir şey bırakmalı, eksiklik üzerinden canlı kalmayı sürdürmelidir.

Lacan, bu rüya üzerinden, histerik öznenin arzusunun Ötekinin arzusuyla şekillendiğini ve histerik öznenin arzunun tatminini sürekli olarak engellediğini vurgular. Histerik özne her ne kadar şikayet etse de bir taraftan arzunun tatminsiz kalıcı bir arzu olarak devam etmesini istemektedir. Bu nedenle de histerik arzu sürekli ertelenir, tatmin edilmemeyi sağlar. Histerik özne arzuyu muhafaza etmek istemekte, ancak arzuyu doyurmak istememektedir. Yani histerik arzulanan olmak ya da arzunun nesnesi olmak istemekte, ancak zevkin nesnesi olmayı reddetmektedir. Kasabın karısı örneğinde bu dinamik, çok sevdiği havyarın kocasından kendisine verilmesini istememesi ve kocasının beğendiğini bildiği zayıf arkadaşıyla özdeşleşmesi üzerinden somutlanır.

Sonuç olarak, Spinozanın da belirttiği gibi, arzu, insan varoluşunun özüdür ve her daim bir eksiklikle iç içe varlık bulur. Histerik özne, bu eksiklik ve tatminsizliği, ilişkilerini yapılandırmada temel bir unsur olarak kullanır; partnerinin tam tatmine ulaşmasını engelleyerek kendi arzusunu sürekli diri tutar. Bu dinamik, histerik öznenin kendini sorgulayan yapısını beslerken, aynı zamanda Ötekinin arzusunu denetim altında tutma çabasını da açığa çıkarır ve Öteki ile olan ilişkide varoluşsal bir oyun alanı yaratır. Histerik yapı, arzusunu doyurmak yerine, onun sürmesini, eksiklik etrafında dönen bir arzu olarak devam etmesini tercih eder. Böylece, histerik özne için arzu, ulaşılması değil, peşinde koşulması gereken, sonsuz bir tatminsizlik durumuna dönüşür. Jacques-Alain Miller’ın da vurguladığı üzere, Histeriğin gerçeği, asla sahip olduğu şeyle yetinmemesidir17.”

1 Lacan J., « Propos sur lhystérie », texte établi par J.-A. Miller, Quarto, n° 90, juin 2007, p. 8.

2 Freud, Sigmund. Histeri Üzerine Çalışmalar (Studien über Hysterie), 1895.

3 Ibid.,.

4 Freudun telkin” kavramı, hipnoz yönteminde hastaya belirli fikirlerin veya önerilerin doğrudan verilmesi anlamına gelir. Bu semptomları bastırmaya veya geçici olarak gidermeye yönelik bir müdahaledir.

5 Son derece önemli bir analoji. Bundan Histerinin Etiyolojisi” (1896) ve Analizde İnşalarda” (1934) da bahseder.

6 Freud, S. (1896). Letters to Fliess, 1896-1904, Volume 1, ed. by J. Strachey, The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, (52. Mektup)

7 Lacan, Jacques. Écrits. Çev. Alan Sheridan, 1966.

8 Soler, Colette. Lacanian Clinic: A Psychoanalytic Perspective, 1992

9 Bu noktada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, fetişizmin, nevrotik erotojenitasyonun bir aşırı biçimi olarak tanımlanmamış olmasıdır. Fetişizm, kastrasyonla tamamen farklı bir ilişki biçimi geliştirir. Burada, bastırma (Verdrängung) ile inkar (Verleugnung) arasındaki fark belirleyicidir. Nevrotik erotojenitasyon, kastrasyon korkusunun bastırılması ile ilişkilidir. Oysa fetişist kişi, kastrasyon korkusunu fark etmekle birlikte bunu inkar eder ve yerine başka bir nesneye (fetişe) yönelir.

10 Lacan, Jacques. Le Séminaire, Livre XI : Les quatre concepts fondamentaux de la psychanalyse. Seuil, 1973

11 Lacan, Jacques. Écrits. Paris: Seuil, 1966.

12 Miller, Jacques-Alain. Les six paradigmes de la jouissance. La Cause freudienne, sayı 43, 1999, s. 7-29

13 Freud, Sigmund. The Interpretation of Dreams. Standard Edition, Vol. IV. London: Hogarth Press, 1900.

14 Lacan, Jacques. Écrits. “The Direction of Treatment and the Principles of Its Power.” Trans. Bruce Fink. New York: W.W. Norton & Company, 2006 (originally published 1958).

15 Annenin imgesel fallusu olmaktan ayrılan çocuk, anneye tabi olmaktan çıkar; fallusun sahibi olarak babayla özdeşleşir ve böylece fallus, babanın metaforu haline gelir. Metafor düzlemine giren çocuk, simgesel düzene ve dile adım atar. Bu nedenle, a nesnesi eksikliğin nedeni iken, fallus eksikliğin göstereni olarak işlev görür.

16 Soler, Colette. Lacan et l’Hystérie. Paris: Éditions du Seuil, 2003.

17 Miller, Jacques-Alain. L’Orientation Lacanienne, II: Les Us du laps. Ders notları, 1991-1992.